Evet,
başlık iddialı, abartılı yahut garip gelmiş olabilir. Bunu dikkat çekici bir
başlık olsun diye atmadığım ön bilgisini vererek şunu belirtmeliyim ki, kitabın
son hikâyesini okuduğumda zihnimden geçen cümle tematik olarak buydu.
Hatta (bu
iddialı başlığı paralize etmek gerekirse) şöyle söylemek daha doğru; ilk altı
öyküyü (Malleus Maleficarum, Satıyorum
Satıyorum Sattım, Şîr, Pazartesi, Bir Sonbahar Hayalet Öyküsü ve Böceklenme)
okuduğumda içine biraz Borges biraz da Kafka kaçmış bir yazarla karşı karşıya
olduğumu hissettim. Peşi sıra gelen beş (Malleus
Haereticarum, Zodyak Estetiği, Eylül’de Aşk, Biri Bizi Ghostluyor ve Seksen
Günde Devr-i Ölüm) öyküyü okuduğumda ise içine Borges ve Kafka’nın ruhu
kaçmış bu yazarın iyi bir bilim kurgu kurgucusu
olduğunu ve fakat bu öykülerin bilim kurgu değil grotesk (sfenksvari) bir
fantazma olduğunu düşündüm. Nihayet son iki öyküyü (Utopia Goya ve Demir) okuyup kitabı bitirdiğimde aklıma ilk gelen
başlıktaki iddia oldu.
Murat
Başekim’in Hayal Et Hikâyeleri’ni
okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır kuşkusuz ama Murat Başekim’den
önce Julio Cortazar’dan söz etmeliyim.
Etkileyici
bir metin ile okur arasında mücadele olduğundan söz ettiği bir yazısında
Cortazar, romanın bu mücadeleyi sayıyla kazandığını ama öykünün bu maçı
nakavtla alması gerektiğinin altını çizer. Bu neden gereklidir? İlkin, öykünün
kendine münhasır bir sınır çizgisi vardır ve bu fiziksel kısıtlılığı
dayatmaktadır. Roman gibi geniş, dağınık bileşenli olaylardan müteşekkil bir
serbestisi yoktur öykünün. Cortazar’a göre öykücü anlamlı bir olay seçip onunla
yetinmek zorundadır.
Hayal Et Hikâyeleri’nde çarpıcı olan, Cortazar’ın bu
çizdiği çerçevenin dışında olup maçı sayıyla değil nakavtla kazanıyor
olmasıdır.
Yukarıda
da belirtildiği üzre kitap 13 hikâyeden oluşuyor. Hem dil ve anlatım hem biçim
ve biçem ve hem de kurgu tekniği bakımından birbirinden farklı 13 hikâye. Hani
kitabın üzerinde yazarının ismi olmasa pekâlâ bu 13 öykünün her birini başka
başka yazarlar yazmış hissiyatına kapılmanız olası. Bunun edebi olmaktan öte
kurgusal ve düşünsel zenginlik olduğunu düşünüyorum. Evet, kurgusal ve düşünsel
anlamda fakir olmayan, yarattığı bir biçim ve biçeme esir olmayıp yeni biçim ve
biçemler üzerine teferruatlı düşünen bir yazar Murat Başekim.
Şüphesiz
bunun edebi derinliğe de katkısı var. Kurgu ve biçimle birlikte dilin
olanaklarını da zorlayan, yer yer oyunsu bir anlatıma dönüşen, bazen de okuru
öykünün “dar sınırları” içinde anlatıya konuk eden çoklu yönüyle, farklı bir
öykü yazma pratiği olarak karşımıza çıkıyor Hayal
Et Hikâyeleri.
Okuduğumuz
kitap bir öykü kitabı ve bu anlamıyla Cortazar’ın dediği gibi fiziksel bir
kısıtlılığı bulunuyor. Ama bunun yalnızca biçimsel anlamda bir kısıtlılık
olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü Hayal
Et Hikâyeleri’ndeki her bir öykünün hayali ve fantazma anlamında ciddi
oranda genişliği bulunuyor. En kısa öyküden (mesela
Utopia Goya) en uzun öyküye (mesela
Zodyak Estetiği ve Seksen Günde Devr-i Ölüm) neredeyse hepsinde romansal
bir genişlik ve derinlik olduğunu teslim etmek gerek. Özellikle öykü olamayacak
denli uzun ama roman olamayacak denli kısa Zodyak
Estetiği ve Seksen Günde Devr-i Ölüm
öykülerini bir novella tadında okumak mümkün. En cılız ve soluksuz öyküde bile
(Biri Bizi Ghostluyor) garabet ve şaşırtıcı finaliyle okuru
etkileyebiliyor yazar.
Tanımlanamayan
cisim
Hayal Et Hikâyeleri’nin bendeki ilk karşılığı budur:
tanımlanamayan cisim. Bilim kurgu filmlerinin bu mitik repliği, Demir ve Talip
adlı iki köylü karakterin Almanya’nın (yazar Alamanya diyor) Kara Ormanlarında
yeni doğmuş bebekleri kaçıran cadıları avlama işini üstlendiği fantazmik ilk
hikâyede (Malleus Maleficarum) içinizden
geçen bir replik oluyor; yadırgatıcı, yabancı, tanımlanamayan, hikâyelerden
oluşmuş bir cismin size doğru yaklaştığını hissediyorsunuz. Cisim çok uzaktan
geldiği için önce soluk bir renk görünüyor. Yaklaştıkça rengin aslında soluk
değil parlak olduğunu, hatta çok renkli olduğunu ve daha da yaklaştıkça
(aslında hikâyelerin içinde kaybolduğunuz aşama bu) o renklerin bir sesi ve
soluğu olduğunu fark ediyorsunuz.
Önce
tanımlayamadığınız için anlamlandıramadığınız ve bu yüzden ilk etapta size
yabancı geldiği için yadırgadığınız cisim, tanıdıkça size renklerini
bulaştırmaya başlıyor yavaş yavaş, sonra o renk cümbüşünün içinde içinize bir
hoşluk doluyor; edebi, kurgusal ve samimiyetle dolu bir hoşluk bu. İlk önce
yabancı geldiği için yadırgadığınız cisim sonra edebi ve kurgusal manada
farklılığıyla yadırgatmaya ise devam ediyor.
Sanki
Murat Başekim karşınıza oturmuş ve size başından geçen tuhaf tuhaf şeyler
anlatıyormuş gibi dikkatle dinliyorsunuz hikâyeleri. Evet, yer yer okumayıp
dinliyorsunuz. Anlatırken sizin hayal etmenizi istiyor gibidir yazar. Hayal
ettikçe de hayaletlerle örülü fantazmik hikâyeler okuduğunuzu fark ediyorsunuz
birden. Okuduğunuz her bir hikâyenin başı, ortası ya da sonu ayrı ayrı tanıdık
gelse de bu baş, orta ve sona bütünsel olarak baktığınızda eğlenceli (ve biraz
muzip), her bir hikâyesi bilinmezliği doğuran (ve bu anlamıyla merak ettiren)
sfenksvari hayal(et) hikâyeler olduğunu anlıyorsunuz.
Aslında
her bir hikâyesi ayrı ayrı ele alınıp üzerine yazılmayı/konuşulmayı hak ediyor Hayal Et Hikâyeleri. Özellikle de 16.yy
savaşçısı Silahtar Âşık Ağa’nın çölde birbirine kavuşmuş Leyla ile Mecnun’la
ironik karşılaşmasını anlattığı Şîr.
Sevdiği
kıza açılabilmek için mutsuz olduğu burcunu değiştirmeye çalışan adamın,
burçları (aslında ruhları) estetik ameliyatla değiştiren zodyak estetikçileri
ile karşılaşıp burcuna (ruhuna) estetik ameliyat yaptırmaya karar verdiği Zodyak Estetiği.
Biri bizi
gözetliyor parodisi gibi görünüp o evdeki herkesi öldüren hayaletin anlatıldığı
Biri Bizi Ghostluyor (ama bu hikâyenin
özellikle çarpıcı finali.)
Ölümün
anlamını çözmeye çalışan iki kafadarın, ölen birinin kefenine gizlice webcam
koyup onu tabutun içinde izlerken adamın birden dirilip onlara katılmasını
anlattığı Seksen Günde Devr-i Ölüm ve
güzellik-çirkinlik mevhumunun parodik ve ironik bir dille anlatıldığı Utopia Goya hikâyeleri kanımca bunların
başında geliyor.
Murat
Başekim’in öykücülüğe yeni bir soluk getirdiğini ve bu soluğa öykü dünyasının
(ve aslında bir bütün olarak roman dünyasının da) ihtiyacı olduğunu söylemeden
bu yazıyı bitirmek Hayal Et Hikâyeleri’nin
zekâsına haksızlık olur. Bu soluğu içimize çekmeli ve hayal etmeliyiz.