11 Ocak 2015 Pazar

Yarı Borges yarı Kafka tınılı, bilim kurgu donuna bürünmüş sfenksvari fantazma öyküleri: Hayal Et Hikâyeleri


Evet, başlık iddialı, abartılı yahut garip gelmiş olabilir. Bunu dikkat çekici bir başlık olsun diye atmadığım ön bilgisini vererek şunu belirtmeliyim ki, kitabın son hikâyesini okuduğumda zihnimden geçen cümle tematik olarak buydu.
Hatta (bu iddialı başlığı paralize etmek gerekirse) şöyle söylemek daha doğru; ilk altı öyküyü (Malleus Maleficarum, Satıyorum Satıyorum Sattım, Şîr, Pazartesi, Bir Sonbahar Hayalet Öyküsü ve Böceklenme) okuduğumda içine biraz Borges biraz da Kafka kaçmış bir yazarla karşı karşıya olduğumu hissettim. Peşi sıra gelen beş (Malleus Haereticarum, Zodyak Estetiği, Eylül’de Aşk, Biri Bizi Ghostluyor ve Seksen Günde Devr-i Ölüm) öyküyü okuduğumda ise içine Borges ve Kafka’nın ruhu kaçmış bu yazarın iyi bir bilim kurgu kurgucusu olduğunu ve fakat bu öykülerin bilim kurgu değil grotesk (sfenksvari) bir fantazma olduğunu düşündüm. Nihayet son iki öyküyü (Utopia Goya ve Demir) okuyup kitabı bitirdiğimde aklıma ilk gelen başlıktaki iddia oldu.

Murat Başekim’in Hayal Et Hikâyeleri’ni okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır kuşkusuz ama Murat Başekim’den önce Julio Cortazar’dan söz etmeliyim.

Etkileyici bir metin ile okur arasında mücadele olduğundan söz ettiği bir yazısında Cortazar, romanın bu mücadeleyi sayıyla kazandığını ama öykünün bu maçı nakavtla alması gerektiğinin altını çizer. Bu neden gereklidir? İlkin, öykünün kendine münhasır bir sınır çizgisi vardır ve bu fiziksel kısıtlılığı dayatmaktadır. Roman gibi geniş, dağınık bileşenli olaylardan müteşekkil bir serbestisi yoktur öykünün. Cortazar’a göre öykücü anlamlı bir olay seçip onunla yetinmek zorundadır.

Hayal Et Hikâyeleri’nde çarpıcı olan, Cortazar’ın bu çizdiği çerçevenin dışında olup maçı sayıyla değil nakavtla kazanıyor olmasıdır.

Yukarıda da belirtildiği üzre kitap 13 hikâyeden oluşuyor. Hem dil ve anlatım hem biçim ve biçem ve hem de kurgu tekniği bakımından birbirinden farklı 13 hikâye. Hani kitabın üzerinde yazarının ismi olmasa pekâlâ bu 13 öykünün her birini başka başka yazarlar yazmış hissiyatına kapılmanız olası. Bunun edebi olmaktan öte kurgusal ve düşünsel zenginlik olduğunu düşünüyorum. Evet, kurgusal ve düşünsel anlamda fakir olmayan, yarattığı bir biçim ve biçeme esir olmayıp yeni biçim ve biçemler üzerine teferruatlı düşünen bir yazar Murat Başekim.

Şüphesiz bunun edebi derinliğe de katkısı var. Kurgu ve biçimle birlikte dilin olanaklarını da zorlayan, yer yer oyunsu bir anlatıma dönüşen, bazen de okuru öykünün “dar sınırları” içinde anlatıya konuk eden çoklu yönüyle, farklı bir öykü yazma pratiği olarak karşımıza çıkıyor Hayal Et Hikâyeleri.

Okuduğumuz kitap bir öykü kitabı ve bu anlamıyla Cortazar’ın dediği gibi fiziksel bir kısıtlılığı bulunuyor. Ama bunun yalnızca biçimsel anlamda bir kısıtlılık olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü Hayal Et Hikâyeleri’ndeki her bir öykünün hayali ve fantazma anlamında ciddi oranda genişliği bulunuyor. En kısa öyküden (mesela Utopia Goya) en uzun öyküye (mesela Zodyak Estetiği ve Seksen Günde Devr-i Ölüm) neredeyse hepsinde romansal bir genişlik ve derinlik olduğunu teslim etmek gerek. Özellikle öykü olamayacak denli uzun ama roman olamayacak denli kısa Zodyak Estetiği ve Seksen Günde Devr-i Ölüm öykülerini bir novella tadında okumak mümkün. En cılız ve soluksuz öyküde bile (Biri Bizi Ghostluyor) garabet ve şaşırtıcı finaliyle okuru etkileyebiliyor yazar.

Tanımlanamayan cisim
Hayal Et Hikâyeleri’nin bendeki ilk karşılığı budur: tanımlanamayan cisim. Bilim kurgu filmlerinin bu mitik repliği, Demir ve Talip adlı iki köylü karakterin Almanya’nın (yazar Alamanya diyor) Kara Ormanlarında yeni doğmuş bebekleri kaçıran cadıları avlama işini üstlendiği fantazmik ilk hikâyede (Malleus Maleficarum) içinizden geçen bir replik oluyor; yadırgatıcı, yabancı, tanımlanamayan, hikâyelerden oluşmuş bir cismin size doğru yaklaştığını hissediyorsunuz. Cisim çok uzaktan geldiği için önce soluk bir renk görünüyor. Yaklaştıkça rengin aslında soluk değil parlak olduğunu, hatta çok renkli olduğunu ve daha da yaklaştıkça (aslında hikâyelerin içinde kaybolduğunuz aşama bu) o renklerin bir sesi ve soluğu olduğunu fark ediyorsunuz.

Önce tanımlayamadığınız için anlamlandıramadığınız ve bu yüzden ilk etapta size yabancı geldiği için yadırgadığınız cisim, tanıdıkça size renklerini bulaştırmaya başlıyor yavaş yavaş, sonra o renk cümbüşünün içinde içinize bir hoşluk doluyor; edebi, kurgusal ve samimiyetle dolu bir hoşluk bu. İlk önce yabancı geldiği için yadırgadığınız cisim sonra edebi ve kurgusal manada farklılığıyla yadırgatmaya ise devam ediyor.

Sanki Murat Başekim karşınıza oturmuş ve size başından geçen tuhaf tuhaf şeyler anlatıyormuş gibi dikkatle dinliyorsunuz hikâyeleri. Evet, yer yer okumayıp dinliyorsunuz. Anlatırken sizin hayal etmenizi istiyor gibidir yazar. Hayal ettikçe de hayaletlerle örülü fantazmik hikâyeler okuduğunuzu fark ediyorsunuz birden. Okuduğunuz her bir hikâyenin başı, ortası ya da sonu ayrı ayrı tanıdık gelse de bu baş, orta ve sona bütünsel olarak baktığınızda eğlenceli (ve biraz muzip), her bir hikâyesi bilinmezliği doğuran (ve bu anlamıyla merak ettiren) sfenksvari hayal(et) hikâyeler olduğunu anlıyorsunuz.

Aslında her bir hikâyesi ayrı ayrı ele alınıp üzerine yazılmayı/konuşulmayı hak ediyor Hayal Et Hikâyeleri. Özellikle de 16.yy savaşçısı Silahtar Âşık Ağa’nın çölde birbirine kavuşmuş Leyla ile Mecnun’la ironik karşılaşmasını anlattığı Şîr.

Sevdiği kıza açılabilmek için mutsuz olduğu burcunu değiştirmeye çalışan adamın, burçları (aslında ruhları) estetik ameliyatla değiştiren zodyak estetikçileri ile karşılaşıp burcuna (ruhuna) estetik ameliyat yaptırmaya karar verdiği Zodyak Estetiği.

Biri bizi gözetliyor parodisi gibi görünüp o evdeki herkesi öldüren hayaletin anlatıldığı Biri Bizi Ghostluyor (ama bu hikâyenin özellikle çarpıcı finali.)

Ölümün anlamını çözmeye çalışan iki kafadarın, ölen birinin kefenine gizlice webcam koyup onu tabutun içinde izlerken adamın birden dirilip onlara katılmasını anlattığı Seksen Günde Devr-i Ölüm ve güzellik-çirkinlik mevhumunun parodik ve ironik bir dille anlatıldığı Utopia Goya hikâyeleri kanımca bunların başında geliyor.

Murat Başekim’in öykücülüğe yeni bir soluk getirdiğini ve bu soluğa öykü dünyasının (ve aslında bir bütün olarak roman dünyasının da) ihtiyacı olduğunu söylemeden bu yazıyı bitirmek Hayal Et Hikâyeleri’nin zekâsına haksızlık olur. Bu soluğu içimize çekmeli ve hayal etmeliyiz.