Vladimir Nabokov 1940’lı yıllarda ABD’de iki
üniversite ve bir kolejde (Stanford ve Cornell üniversiteleri, Wesley koleji)
edebiyat üzerine bir takım dersler verir. Derslerin odak noktasını Rus edebiyatı
ve Avrupa edebiyatı oluşturmaktadır.
Verdiği bu dersler için “başka şeylerin yanı sıra, edebi yapıların gizemi üstüne bir tür
polisiye soruşturmadır” demektedir Nabokov. Bunu bir tür eleştirelci-ekolcü
yaklaşıma, edebiyatı toplumsal ve politik mesajların aracısı olarak görenlere
karşı söylenmiş bir söz olarak algılamak gerekir. Çünkü Nabokov’un dersleri tam
da bunlara karşı oluşturulmuş içeriklerden oluşuyor. Hatta öyle ki Nabokov bu
türden yaklaşımları “genel geçer fikirler” olarak telakki ediyor ve “Her dangalak Tolstoy’un zinaya karşı
tavrıyla ilgili ana noktaları özümseyebilir ama Tolstoy’un sanatının tadına
varabilmek için iyi okur, örneğin Moskova ile Petersburg arasındaki gece
treninin vagon düzenini, yüz yıl önce olduğu haliyle göz önünde canlandırmayı
arzulamalıdır” diyerek dilini ağırlaştırmakta bir beis görmüyor.
Bu yüzden Nabokov bu derslerin ana meselesini “Nasıl
iyi okur olunur” sorusu üzerine şekillendiriyor ve ele aldığı romanları içerik,
biçim, üslup, anlatım yöntemi, karakter tahlilleri gibi salt metin odaklı
okumalarla ele alıyor. Nabokov’a göre bir edebi metnin hazzını alabilmenin,
edebiyatın zevkine varabilmenin yolu buradan geçmektedir. Argümanı şudur
Nabokov’un: “Kişi hazır genellemelerle yola koyulursa yanlış taraftan başlar ve
daha bitabı anlamaya başlamadan kitaptan uzaklaşır. Sözgelimi, Madame Bovary’yi,
kitabın burjuvazinin kınanması olduğu yerleşik fikri ile okumaya başlamak kadar
yazara haksızlık eden ya da sıkıcı olan bir şey yoktur.”
Rita Felski’nin “Edebiyat Ne İşe Yarar?” kitabı
da sanki Nabokov’u haklı çıkarırcasına yazılmış bir metindir. Felski, okurdan (yani
aynı anlama gelmek üzere, eleştirel merkezli yaklaşımlardan) azade olarak
metnin kendi kutsallığına çubuk büken bir noktada duruyor ve eleştirel
okumanın, bütün değeri okuma edimine yükleyip okunan nesnelerin (yani
edebiyatın) atıl, pasif ve itaatkar nesnelere dönüştürülmesini tartışıyor.
Kuşkusuz Rita Felski eleştirel okumaların (“kuşku
yorumbilgisi” diyor Felski buna) gereksizliğini imlemiyor. Böylesi bir tutum,
kendi tabiriyle “sanatı apolitik ya da amaçsız gösterip statükoyla ittifak yapmaktır”
hatta. Onun tartıştığı bunun bugün bir seçenek olmaktan ziyade zorunluluk
haline gelmesi. Bir edebi metni ele alırken (okurken), zorunlu olarak “kuşku
yorumbilgisiyle” hareket etmenin paranoyakça bir durum olduğu ve bir dış
etmenle okunduğu için de metnin kendine özgü uyarılara okuru kapattığını
imliyor Felski.
Edebi metnin toplumsal yaşamla bağını kurmak
isteyenler Nabokov’la da Felski’yle de pek çok noktada tartışabilir. Ama bu iki
eleştirmenin edebiyatın kendine özgü sınırlarına çubuk bükerken metinlere
yaptıkları derin analizlere ve bir metnin nasıl okunması, nesine dikkat
edilmesine ilişkin gösterdikleri ipuçlarına sempatiyle yaklaşacağı kesin.
Bu yazıyı Nabokov’un edebiyat sanatının ne
olduğuna istinaden çarpıcı bir analojisi ile bitirmek gerek: “Edebiyat, bir
oğlanın kurt diye bağırdığı ve Neandertal vadiden ardından büyük bir gri kurtla
koşarak geldiği gün doğmadı: Edebiyat, bir oğlanın kurt diye bağırdığı ve
ardından hiçbir kurdun gelmediği gün doğdu. Burada önemli olan şu: Uzun çimler
arasındaki kurtla, abartılı hikayedeki kurt arasında ışıldayan bir çöpçatan
vardır. Ve o çöpçatan, o prizma, edebiyat sanatıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder