24 Ağustos 2014 Pazar

Martı, Vanya Dayı Ve Üç Kız Kardeş Ekseninde Çehov “Eylemsizliği”

Herhangi bir bahçe bitkisini yahut ağacı inceleyen bir botanikçinin ilk dikkat edeceği şey, muhtemelen bitkinin yahut ağacın güzelliğinden ziyade, nasıl bir ortamda boy verdiği olacaktır. Toprağının killi mi, kumlu mu yoksa humuslu mu olduğu, hangi tür bitkinin nasıl bir bahçe ortamında şekillendiği onun için esastır. Teşbihlerdeki olası hataları göz önüne alarak bir analoji yapabiliriz; İnsanlığın gelişim seyrine bakan bir toplum bilimcinin mantığıyla botanikçinin mantığı aynıdır. İkisi de olgu ve olayların açımlanmasını kökeninde ararlar. Toplumların gelişim düzeylerini de içinde yer aldıkları sistemden bağımsız düşünemeyiz. Yaşam biçimini ve düşünceyi belirleyen toplumsal sistemlerin analizini yapmak, bizlere olaylar ve olgular arasında sağlıklı bir neden – sonuç bağı yaratabilmenin yolunu açacağı gibi, insanlık tarihine bilimsel bir gözle bakabilmenin de ipuçlarını verecektir. Botanikçi örneğinde olduğu gibi; bir elma ağacının olgun elmalar vermesinin gerekliliklerinden biri ağacın zamanında ve mevsiminde ilaçlanıp aşılanmasıysa, bundan daha elzem olanı ağacın verimli bir toprağa ekilmiş olmasıdır. Toprak önemlidir!
Herhangi bir sanat edimi de böyle ele alınmalıdır. İster Natüralist, ister Gerçekçi yahut Avant-garde olsun, hiçbir sanatsal faaliyeti içinde geliştiği toplumsal sistemden bağımsız düşünemeyiz. Hepsi de öyle yahut böyle ya mevcut sisteme (sistemin sanatsal argümanlarına) muhalif ya da yıkıcı unsurlar olarak gelişir. Bu, sanatın toplumsal özüne aykırı değildir. İçinde yaşanılan sistemin, insanlar üzerinde yarattığı boşluğu ve anlamsızlığı temel alan Absürdleri anlamak için nasıl ki ikinci dünya savaşı koşullarına ve kapitalizmin aldığı yeni dünya düzenine bakmak gerekirse, Gerçekçi sanat akımını anlamak için de 19. yy. dünya dengelerini gözetmek gerekmektedir.

Her önemli gerçekçi sanatçı kendi yaşam deneyimlerinden elde ettiği materyale kendince bir biçim ve üslup kazandırır ve bunu yapmak için da, diğer birçok şeyin yanı sıra, soyutlama tekniklerinden yararlanır. Fakat amacı nesnel realiteyi yöneten yasalara nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak; dolayımsız olarak algılanabilenle yetinmeyip, derinde olanı, saklı olanı, dolayımlı olarak algılanabilen toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya çıkarmak ve bunu anlaşılır, görülür kılmaktır.[1]

Gerçekçi bir sanat adamı olarak Çehov da, içinde yaşadığı toplumsal gelişmelerden muaf tutulamaz. Çehov’a, salt Rusya’da değil ama bir bütün olarak dünyada sınıfsal dalgalanmaların ve değişikliklerin yaşandığı bir dönemin yazarı olarak bakmak gerekir. 1848 sanayi devrimiyle palazlanan, peşi sıra kimi ayaklanmalar, köylü isyanları ve Paris komünüyle ters yüz olan sınıfsal dengelerden Rusya da etkilenir. Çehov döneminin Rusya’sı bünyesinde iki gerçeği yaşar. Yaşanan bu sınıfsal değişikliklerin bir yüzünde toprak reformunun getirilerinden faydalanan köylü sınıfının aydınlanışına paralel olarak, aristokrat ve orta sınıfın sendeleyen yaşam gerçeğiyle karşılaşırız. Gerçekçi bir yazar olarak Çehov, yazılarında bu sınıfın çöküş ve çözülüşünü yansıtır. Tüccar olan ve bu dalgalanmalardan nasibini alan bir babanın çocuğu olarak, çökmekte olan bu sınıfın içinden biri; çözülüş ve çöküş dönemini tüm yönleriyle gören bir gözdür o. Bu nedenle, arafta kalmış, bitkin bir sınıfın trajedisini tüm yönleriyle ustaca resmeder. Eski sistemden yeni bir toplumsal sisteme evrilemeyen, iki cami arasında bi namaz bir toplumun umutsuzluğunun ve yılgınlığının tezahürüdür yaşananlar.
Kendini iyi bir oyun yazarı olarak görmese de, yaşanılan yabancılaşmayı, anlamsızlığı, uyumsuzluğu ve eylemsizliği anlatış biçimi, teatral üslup açısından yeni bir gelenek yaratır. Anlamsız, umutsuz, eylemsiz kişileri, mutsuzluğu yıkmak isteyen eylemsiz aydınları, yaşadıkları can sıkıcı ortamdan kaçış sendromları yaşayan hımbıl karakterleri, kendi iç dünyalarıyla yansıtır.

Çekhov, ruhsal ilişkileri derinlere giden gerçek kişileri cilalamadan, yaldızlamadan sahneye getirmiştir. Bu kişiler trajik görünmekten çok, gerçek tragedyayı iç dünyalarında salkıyan karakterlerdir. Onun oyunlarının dramatik gelişimi de bu yüzden dıştan değil, içtendir. Olaylar dizisindeki durumlar, karakterlerin tutumuna göre, psikolojik nedenlerle örülmüştür… her karakter kendi düşündüğünü karşısındakinin düşüncesine bağlamadan konuşur; bununla, insanların birbirlerine yabancı oldukları anlatılır.[2]

Oyun kişilerinde bir küskünlük hakimdir. Bu küskünlük ve kasvetli, gergin hava hemen hemen tüm oyunlarının başında seyirciye hissettirilir. Martıda, “Neden hep karalar giyersiniz?”le başlayan ve “Hayatımın yasını tutuyorum. Mutsuzum.”la cevap bulan bu söylem, oyunun sonuna dek artarak yoğunlaşır. Aslında bir oyun kişisi olarak Maşa’nın bu cevabı tüm oyun kişileri içindir ve gerçekten de tüm karakterler bir nevi karalar bağlamışlardır. Aynı yaslı ve bunalımlı hava Vanya Dayı ve Üç Kızkardeş’e de sıçrar.

ASTROV- zaten hayatın kendisi sıkıcı, bıkkınlık verici ve çirkef…bu hayat insanı tüketiyor. İnsanın etrafında bir takım garip insanlardan başka bir şey yok, garip insanlar hepsi de.[3]
OLGA - … kafamın içinde de sanki ihtiyarlamışım gibi birtakım düşünceler var. Gerçekten de lisede bulunduğum bu dört yıl içinde gücümün, gençliğimin damla damla eriyip gittiğini hissediyorum. Yalnız durmadan büyüyen bir hayal gücüm var.[4]

Üç ayrı oyunun hemen başlarından alınan bu sözler, tematik yapı içinde düşünüldüğünde, sanki tek bir oyunda sarf edilmiş sözler gibi görünür. Sanki bu üç ayrı oyun, tek bir oyun izlenimi verecek karamsar ve bunalımlı bir atmosfer sunumuyla başlayıp, yine aynı mutsuz ve küskün bir sonla biter. Eylemsizliğin düşünsel boyutta da olsa kırıldığı nokta olarak görülebilecek Üç Kızkardeş’teki Olga’nın, “durmadan büyüyen hayal gücü”, oyunun sonlarına doğru, sıkışmış, kasvetli bir ortamdan isteseler de çıkamayacaklarının önsemesidir aslında. Üç oyunda da tüm oyun kişilerinin aralarında iletişim varmış gibi görünse de aslında hepsi kendi hayatlarının yasıyla baş başadırlar; bıkkın, yorgun ve ait olmadıkları bir dünyanın kişileridir. Kendilerine yabancı olan bir dünyanın yabancılaşmış kişileri olarak Çehov’un karakterleri, açıkta bırakılmış buzu andırır. Açıkta kaldıkları için ne buz işlevini görürler ne de su. Herkes, üzerine ölü toprağı saçılmış gibi bir tür çöl ıssızlığında yaşamaktadır. Hepsi de karanlık bir dünyanın insanıdır ve her yer karanlıktır onlar için. Oyun kişileri de bu karanlığa uyarcasına renksiz bir dünyanın insanıdırlar. Siyah dışında başka renklere tahammül edilmez.

OLGA – (alçak sesle korkmuş bir halde) Yeşil kuşak takmışsınız sevgilim, bu iyi değil…
NATAŞA – Yani kötüye mi yorarlar?
OLGA – Yoo… Sadece yaraşmıyor. Sonra ne bileyim işte, bir tuhaf[5]

Tüm bu eylemsizlik ve mutsuzluk zaman ve mekan tarifleriyle daha bir pekiştirilir. Oyunlarının dış mekanlardan gittikçe iç mekanlara doğru kayması; kapalı, sıkıştırılmış alanlara hapsedilmesi hem oyun kişilerinin ruh halleriyle hem de dönemle paralellik taşır. Oyunlarda geçen mevsimler, gidiş gelişler zamanı iç yaşantıya, iç gelişime bağlarken, oyunun dış mekandan git gide iç mekana, açık ve geniş alandan gitgide kapalı ve dar alana sıkışması da mekanı iç yaşantıya, iç gelişime bağlar. Böylece oluşan dış ve iç atmosfer yaşamın kendisine tanıklık eder. Zaman ve mekan daraldıkça oyun kişilerinin mutsuz sonları da daha bir açığa çıkar. Martı’daki Treplev’in trajik sonuyla, Vanya Dayı’daki Sonya ve Vanya’nın ölümü bekleyiş anının zaman ve mekanın daralmasıyla taşıdığı tematik paralelliğin anlamı, Üç Kızkardeş’teki yitik aydın Andrey’in, sanki bunların nedenlerine olan isyanıyla bütünleşir.

ANDREY - Oh, genç, neşeli, akıllı olduğum, güzel şeyler hayal ettiğim ve düşündüğüm; halimin ve geleceğimin umutla aydınlandığı o geçmişim nerede, nereye gitti? Henüz daha hayata atılırken bizler, niçin kederli, renksiz, tembel, ilgisiz, faydasız ve mutsuz oluveriyoruz?.. şehrimiz iki yüz yıldan beri var. İçinde yüz bin kişi yaşıyor… Ama bunların arasında birbirine benzemeyen bir kişi gösteremezsiniz!… Bura halkı sadece yer, içer, uyur, sonra ölür. Başkaları doğar, bunlar da yer, içer, uyur ve can sıkıntısından aptallaşmamak için iğrenç dedikodularla, votkayla, kumarla, hileli davalarla yaşayışlarında bir değişiklik yaparlar…Çocuklar karşı konulması zor, adi bir etki altında ezilirler, onlardaki tanrısal kıvılcım söner…Ve bu çocuklar da tıpkı anaları babaları gibi, birbirine benzeyen, acınacak birer kadavra haline gelirler. [6]

Doğrusu Andrey’in bu uzun tiradı, içten içe sistemin yok edici etkisine karşı olan öfkesinin dışavurumu olarak okunmalıdır. Gerçekten de yaşanılan sistem, bunalımı ve umutsuzluğu gittikçe yoğunlaştırdığı gibi, her şeyin anlamını yok etmeye ve değersizleştirmeye de başlar. Böyle bir dünyada bilginin bile hiçbir anlamı kalmamıştır artık.

MAŞA – Bu şehirde üç dil bilmek gereksiz bir süstür. Hatta süs değil de altıncı parmak gibi gereksiz bir fazlalık…bir çok gereksiz şeyler biliyoruz.[7]

Her şeyin anlamsızlaştığı ve değer yitimine uğradığı bir dünyada, karakterlerin iç dünyalarında bir tür kaçma ve kurtulma eğilimleri gelişir. Bu iç eylem aslında sistemin çürümüşlüğünde kurtulma çabalarıdır. Ya Martı’da olduğu gibi hayallerini başka yerlerde gerçekleştirme olarak, ya Üç Kızkardeş’te olduğu gibi, şehrin kasvetli ortamından büyük şehir Moskova’ya gitme planları olarak görülür ya da Vanya Dayı’daki Sonya ve Vanya’nın yaptığı gibi, nereye gidilirse gidilsin buhrandan çıkılamayacağına olan inançsızlık sonucu oturup ölümü bekleyerek kendilerinden, kendi iç gerçekliğinden kaçma arzusu olarak tezahür eder. Neredeyse tüm karakterlerinde hep bir kaçma, başka şehirlere gitme isteği görülür. Aslında kaçtıkları şey, kendi iç dünyalarında yarattıkları sistemdir. Ne var ki bu kaçma ve uzaklaşma arzusu bütünsel olarak gerçekleşemediği oranda sistemin girdabı içinde daha da kaybolmayla sonlanır. Eylem ve eylemsizlik, umut ve umutsuzluk iç içedir. Bu, Çehov’un oyunlarında sıklıkla gördüğümüz gerçek yaşamla oyundaki yaşamın aynılığıdır. Yaşam nasılsa oyundaki yaşam da aynı olmalıdır. Gülünçlük ve hüzün, sıkıntı ve düş kırıklığı, umut ve umutsuzluk, trajik olanın komik olanla uyumsuz birliği. Tümü de karmaşık ama aynı zamanda basit olan yaşamın gerçekliğidir. Aşağıya doğru yürüyen bir merdivenden yukarıya doğru çıkmaya çabalayan insanın traji-komik bir durumunu çizer Çehov. Kurtulma çabalarına rağmen sıkışmışlık ve tükenmişlik hat safhadadır. Karakterlerin iç eylemi fasit daire içinde yok olur.
Oyunlarının sonu hüsran ve yıkımla bitse de, gösterge sistemi imler. Kendini yok etmekle oyun kişisi, aslında sistemin kendi üzerinde yarattığı pisliği temizler. Yok olan ya da yok edilmek istenen bireyler değil, bireyleri yaratan sistemin kendidir.

İRİNA – (başını Olga’nın göğsüne dayar) Bir gün gelecek…herkes, bütün bunların, bu acıların nedenlerini öğrenmiş olacak. Gizli kapaklı hiç bir şey kalmayacak. Şimdilik yaşamak gerek…
OLGA – (Her iki kız kardeşini kucaklar)…zaman geçecek, biz de büsbütün uzaklaşmış olacağız. Bizi unutacaklar, yüzlerimizi, seslerimizi, kaç kişi olduğumuzu unutacaklar. Ama çektiğimiz acılar, bizden sonra yaşayacaklar için bir neşe yerine geçecek.[8]


[1] Georg Lukacs, “Gerçekçilik Değerlendiriliyor”, Estetik ve Politika derlemesi içinde, Çev ve Der: Ünsal Oskay, (Eleştiri Yayınları, Eylül 1985). s. 49.
[2] Stanislavski’nin Sahneye Koyduğu “Martı”, Der. ve Çev: Doç. Dr. Özdemir Nutku. (A. Ü. D.T.C.F. Yayınları, sayı : 183), s.9 –10.
[3] Çehov. Oyunlar, Vanya Dayı. Çev: Hasan Ali Ediz. (İstanbul: Sosyal Yayınlar, Ekim 2001). s. 99.
[4] Çehov. age. Üç Kız kardeş. Çev: Gaffar Güney. s. 183.
[5] Çehov. age. s. 207.
[6] age. s. 275.
[7] age. s. 199.
[8] age. s. 284.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder