Herhangi bir
bahçe bitkisini yahut ağacı inceleyen bir botanikçinin ilk dikkat edeceği şey,
muhtemelen bitkinin yahut ağacın güzelliğinden ziyade, nasıl bir ortamda boy
verdiği olacaktır. Toprağının killi mi, kumlu mu yoksa humuslu mu olduğu, hangi
tür bitkinin nasıl bir bahçe ortamında şekillendiği onun için esastır.
Teşbihlerdeki olası hataları göz önüne alarak bir analoji yapabiliriz; İnsanlığın
gelişim seyrine bakan bir toplum bilimcinin mantığıyla botanikçinin mantığı
aynıdır. İkisi de olgu ve olayların açımlanmasını kökeninde ararlar.
Toplumların gelişim düzeylerini de içinde yer aldıkları sistemden bağımsız
düşünemeyiz. Yaşam biçimini ve düşünceyi belirleyen toplumsal sistemlerin
analizini yapmak, bizlere olaylar ve olgular arasında sağlıklı bir neden –
sonuç bağı yaratabilmenin yolunu açacağı gibi, insanlık tarihine bilimsel bir
gözle bakabilmenin de ipuçlarını verecektir. Botanikçi örneğinde olduğu gibi;
bir elma ağacının olgun elmalar vermesinin gerekliliklerinden biri ağacın
zamanında ve mevsiminde ilaçlanıp aşılanmasıysa, bundan daha elzem olanı ağacın
verimli bir toprağa ekilmiş olmasıdır. Toprak önemlidir!
Herhangi bir
sanat edimi de böyle ele alınmalıdır. İster Natüralist, ister Gerçekçi yahut
Avant-garde olsun, hiçbir sanatsal faaliyeti içinde geliştiği toplumsal
sistemden bağımsız düşünemeyiz. Hepsi de öyle yahut böyle ya mevcut sisteme
(sistemin sanatsal argümanlarına) muhalif ya da yıkıcı unsurlar olarak gelişir.
Bu, sanatın toplumsal özüne aykırı değildir. İçinde yaşanılan sistemin,
insanlar üzerinde yarattığı boşluğu ve anlamsızlığı temel alan Absürdleri
anlamak için nasıl ki ikinci dünya savaşı koşullarına ve kapitalizmin aldığı
yeni dünya düzenine bakmak gerekirse, Gerçekçi sanat akımını anlamak için de
19. yy. dünya dengelerini gözetmek gerekmektedir.
Her önemli
gerçekçi sanatçı kendi yaşam deneyimlerinden elde ettiği materyale kendince bir
biçim ve üslup kazandırır ve bunu yapmak için da, diğer birçok şeyin yanı sıra,
soyutlama tekniklerinden yararlanır. Fakat amacı nesnel realiteyi yöneten
yasalara nüfuz edip bunların gerçeğini kavramak; dolayımsız olarak
algılanabilenle yetinmeyip, derinde olanı, saklı olanı, dolayımlı olarak
algılanabilen toplumu oluşturan ilişkiler ağını ortaya çıkarmak ve bunu
anlaşılır, görülür kılmaktır.[1]
Gerçekçi bir
sanat adamı olarak Çehov da, içinde yaşadığı toplumsal gelişmelerden muaf
tutulamaz. Çehov’a, salt Rusya’da değil ama bir bütün olarak dünyada sınıfsal
dalgalanmaların ve değişikliklerin yaşandığı bir dönemin yazarı olarak bakmak
gerekir. 1848 sanayi devrimiyle palazlanan, peşi sıra kimi ayaklanmalar, köylü
isyanları ve Paris komünüyle ters yüz olan sınıfsal dengelerden Rusya da
etkilenir. Çehov döneminin Rusya’sı bünyesinde iki gerçeği yaşar. Yaşanan bu
sınıfsal değişikliklerin bir yüzünde toprak reformunun getirilerinden
faydalanan köylü sınıfının aydınlanışına paralel olarak, aristokrat ve orta
sınıfın sendeleyen yaşam gerçeğiyle karşılaşırız. Gerçekçi bir yazar olarak
Çehov, yazılarında bu sınıfın çöküş ve çözülüşünü yansıtır. Tüccar olan ve bu
dalgalanmalardan nasibini alan bir babanın çocuğu olarak, çökmekte olan bu
sınıfın içinden biri; çözülüş ve çöküş dönemini tüm yönleriyle gören bir gözdür
o. Bu nedenle, arafta kalmış, bitkin bir sınıfın trajedisini tüm yönleriyle
ustaca resmeder. Eski sistemden yeni bir toplumsal sisteme evrilemeyen, iki
cami arasında bi namaz bir toplumun umutsuzluğunun ve yılgınlığının tezahürüdür
yaşananlar.
Kendini iyi
bir oyun yazarı olarak görmese de, yaşanılan yabancılaşmayı, anlamsızlığı,
uyumsuzluğu ve eylemsizliği anlatış biçimi, teatral üslup açısından yeni bir
gelenek yaratır. Anlamsız, umutsuz, eylemsiz kişileri, mutsuzluğu yıkmak
isteyen eylemsiz aydınları, yaşadıkları can sıkıcı ortamdan kaçış sendromları
yaşayan hımbıl karakterleri, kendi iç dünyalarıyla yansıtır.
Çekhov, ruhsal
ilişkileri derinlere giden gerçek kişileri cilalamadan, yaldızlamadan sahneye
getirmiştir. Bu kişiler trajik görünmekten çok, gerçek tragedyayı iç dünyalarında
salkıyan karakterlerdir. Onun oyunlarının dramatik gelişimi de bu yüzden dıştan
değil, içtendir. Olaylar dizisindeki durumlar, karakterlerin tutumuna göre,
psikolojik nedenlerle örülmüştür… her karakter kendi düşündüğünü
karşısındakinin düşüncesine bağlamadan konuşur; bununla, insanların
birbirlerine yabancı oldukları anlatılır.[2]
Oyun
kişilerinde bir küskünlük hakimdir. Bu küskünlük ve kasvetli, gergin hava hemen
hemen tüm oyunlarının başında seyirciye hissettirilir. Martı’da, “Neden
hep karalar giyersiniz?”le başlayan ve “Hayatımın yasını tutuyorum.
Mutsuzum.”la cevap bulan bu söylem, oyunun sonuna dek artarak yoğunlaşır.
Aslında bir oyun kişisi olarak Maşa’nın bu cevabı tüm oyun kişileri
içindir ve gerçekten de tüm karakterler bir nevi karalar bağlamışlardır. Aynı
yaslı ve bunalımlı hava Vanya Dayı ve Üç Kızkardeş’e de sıçrar.
ASTROV- zaten
hayatın kendisi sıkıcı, bıkkınlık verici ve çirkef…bu hayat insanı tüketiyor.
İnsanın etrafında bir takım garip insanlardan başka bir şey yok, garip insanlar
hepsi de.[3]
OLGA - …
kafamın içinde de sanki ihtiyarlamışım gibi birtakım düşünceler var. Gerçekten
de lisede bulunduğum bu dört yıl içinde gücümün, gençliğimin damla damla eriyip
gittiğini hissediyorum. Yalnız durmadan büyüyen bir hayal gücüm var.[4]
Üç ayrı
oyunun hemen başlarından alınan bu sözler, tematik yapı içinde düşünüldüğünde,
sanki tek bir oyunda sarf edilmiş sözler gibi görünür. Sanki bu üç ayrı oyun,
tek bir oyun izlenimi verecek karamsar ve bunalımlı bir atmosfer sunumuyla
başlayıp, yine aynı mutsuz ve küskün bir sonla biter. Eylemsizliğin düşünsel
boyutta da olsa kırıldığı nokta olarak görülebilecek Üç Kızkardeş’teki
Olga’nın, “durmadan büyüyen hayal gücü”, oyunun sonlarına doğru, sıkışmış,
kasvetli bir ortamdan isteseler de çıkamayacaklarının önsemesidir aslında. Üç
oyunda da tüm oyun kişilerinin aralarında iletişim varmış gibi görünse de
aslında hepsi kendi hayatlarının yasıyla baş başadırlar; bıkkın, yorgun ve ait
olmadıkları bir dünyanın kişileridir. Kendilerine yabancı olan bir dünyanın
yabancılaşmış kişileri olarak Çehov’un karakterleri, açıkta bırakılmış buzu
andırır. Açıkta kaldıkları için ne buz işlevini görürler ne de su. Herkes,
üzerine ölü toprağı saçılmış gibi bir tür çöl ıssızlığında yaşamaktadır. Hepsi
de karanlık bir dünyanın insanıdır ve her yer karanlıktır onlar için. Oyun
kişileri de bu karanlığa uyarcasına renksiz bir dünyanın insanıdırlar. Siyah
dışında başka renklere tahammül edilmez.
OLGA – (alçak
sesle korkmuş bir halde) Yeşil kuşak takmışsınız sevgilim, bu iyi değil…
NATAŞA – Yani
kötüye mi yorarlar?
OLGA – Yoo…
Sadece yaraşmıyor. Sonra ne bileyim işte, bir tuhaf[5]
Tüm bu
eylemsizlik ve mutsuzluk zaman ve mekan tarifleriyle daha bir pekiştirilir.
Oyunlarının dış mekanlardan gittikçe iç mekanlara doğru kayması; kapalı, sıkıştırılmış
alanlara hapsedilmesi hem oyun kişilerinin ruh halleriyle hem de dönemle
paralellik taşır. Oyunlarda geçen mevsimler, gidiş gelişler zamanı iç
yaşantıya, iç gelişime bağlarken, oyunun dış mekandan git gide iç mekana, açık
ve geniş alandan gitgide kapalı ve dar alana sıkışması da mekanı iç yaşantıya,
iç gelişime bağlar. Böylece oluşan dış ve iç atmosfer yaşamın kendisine
tanıklık eder. Zaman ve mekan daraldıkça oyun kişilerinin mutsuz sonları
da daha bir açığa çıkar. Martı’daki Treplev’in trajik sonuyla, Vanya
Dayı’daki Sonya ve Vanya’nın ölümü bekleyiş anının zaman ve
mekanın daralmasıyla taşıdığı tematik paralelliğin anlamı, Üç Kızkardeş’teki
yitik aydın Andrey’in, sanki bunların nedenlerine olan isyanıyla
bütünleşir.
ANDREY - Oh,
genç, neşeli, akıllı olduğum, güzel şeyler hayal ettiğim ve düşündüğüm; halimin
ve geleceğimin umutla aydınlandığı o geçmişim nerede, nereye gitti? Henüz daha
hayata atılırken bizler, niçin kederli, renksiz, tembel, ilgisiz, faydasız ve
mutsuz oluveriyoruz?.. şehrimiz iki yüz yıldan beri var. İçinde yüz bin kişi
yaşıyor… Ama bunların arasında birbirine benzemeyen bir kişi gösteremezsiniz!…
Bura halkı sadece yer, içer, uyur, sonra ölür. Başkaları doğar, bunlar da yer,
içer, uyur ve can sıkıntısından aptallaşmamak için iğrenç dedikodularla,
votkayla, kumarla, hileli davalarla yaşayışlarında bir değişiklik
yaparlar…Çocuklar karşı konulması zor, adi bir etki altında ezilirler,
onlardaki tanrısal kıvılcım söner…Ve bu çocuklar da tıpkı anaları babaları
gibi, birbirine benzeyen, acınacak birer kadavra haline gelirler. [6]
Doğrusu
Andrey’in bu uzun tiradı, içten içe sistemin yok edici etkisine karşı olan
öfkesinin dışavurumu olarak okunmalıdır. Gerçekten de yaşanılan sistem,
bunalımı ve umutsuzluğu gittikçe yoğunlaştırdığı gibi, her şeyin anlamını yok
etmeye ve değersizleştirmeye de başlar. Böyle bir dünyada bilginin bile hiçbir
anlamı kalmamıştır artık.
MAŞA
– Bu şehirde üç dil bilmek gereksiz bir süstür. Hatta süs değil de altıncı
parmak gibi gereksiz bir fazlalık…bir çok gereksiz şeyler biliyoruz.[7]
Her şeyin
anlamsızlaştığı ve değer yitimine uğradığı bir dünyada, karakterlerin iç
dünyalarında bir tür kaçma ve kurtulma eğilimleri gelişir. Bu iç eylem aslında
sistemin çürümüşlüğünde kurtulma çabalarıdır. Ya Martı’da olduğu gibi hayallerini
başka yerlerde gerçekleştirme olarak, ya Üç Kızkardeş’te olduğu gibi,
şehrin kasvetli ortamından büyük şehir Moskova’ya gitme planları olarak görülür
ya da Vanya Dayı’daki Sonya ve Vanya’nın yaptığı gibi,
nereye gidilirse gidilsin buhrandan çıkılamayacağına olan inançsızlık sonucu
oturup ölümü bekleyerek kendilerinden, kendi iç gerçekliğinden kaçma arzusu
olarak tezahür eder. Neredeyse tüm karakterlerinde hep bir kaçma, başka
şehirlere gitme isteği görülür. Aslında kaçtıkları şey, kendi iç dünyalarında
yarattıkları sistemdir. Ne var ki bu kaçma ve uzaklaşma arzusu bütünsel olarak
gerçekleşemediği oranda sistemin girdabı içinde daha da kaybolmayla sonlanır.
Eylem ve eylemsizlik, umut ve umutsuzluk iç içedir. Bu, Çehov’un oyunlarında
sıklıkla gördüğümüz gerçek yaşamla oyundaki yaşamın aynılığıdır. Yaşam nasılsa
oyundaki yaşam da aynı olmalıdır. Gülünçlük ve hüzün, sıkıntı ve düş kırıklığı,
umut ve umutsuzluk, trajik olanın komik olanla uyumsuz birliği. Tümü de
karmaşık ama aynı zamanda basit olan yaşamın gerçekliğidir. Aşağıya doğru
yürüyen bir merdivenden yukarıya doğru çıkmaya çabalayan insanın traji-komik
bir durumunu çizer Çehov. Kurtulma çabalarına rağmen sıkışmışlık ve tükenmişlik
hat safhadadır. Karakterlerin iç eylemi fasit daire içinde yok olur.
Oyunlarının
sonu hüsran ve yıkımla bitse de, gösterge sistemi imler. Kendini yok etmekle
oyun kişisi, aslında sistemin kendi üzerinde yarattığı pisliği temizler. Yok
olan ya da yok edilmek istenen bireyler değil, bireyleri yaratan sistemin
kendidir.
İRİNA –
(başını Olga’nın göğsüne dayar) Bir gün gelecek…herkes, bütün bunların, bu
acıların nedenlerini öğrenmiş olacak. Gizli kapaklı hiç bir şey kalmayacak.
Şimdilik yaşamak gerek…
OLGA – (Her
iki kız kardeşini kucaklar)…zaman geçecek, biz de büsbütün uzaklaşmış olacağız.
Bizi unutacaklar, yüzlerimizi, seslerimizi, kaç kişi olduğumuzu unutacaklar.
Ama çektiğimiz acılar, bizden sonra yaşayacaklar için bir neşe yerine geçecek.[8]
[1]
Georg
Lukacs, “Gerçekçilik Değerlendiriliyor”, Estetik ve Politika derlemesi
içinde, Çev ve Der: Ünsal Oskay, (Eleştiri Yayınları, Eylül 1985). s. 49.
[2] Stanislavski’nin
Sahneye Koyduğu “Martı”, Der. ve Çev: Doç. Dr. Özdemir Nutku. (A. Ü.
D.T.C.F. Yayınları, sayı : 183), s.9 –10.
[3] Çehov. Oyunlar, Vanya
Dayı. Çev: Hasan Ali Ediz. (İstanbul: Sosyal Yayınlar, Ekim 2001). s. 99.
[4] Çehov. age. Üç Kız
kardeş. Çev: Gaffar Güney. s. 183.
[5] Çehov. age. s. 207.
[6] age. s. 275.
[7] age. s. 199.
[8] age. s. 284.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder