24 Ağustos 2014 Pazar

Ölü Tiyatro: Netameli Bir Konu İçin Giriş Notları

(Bu yazı 2006 yılında yazılmış ve Sahne dergisinde yayınlanmıştı. Yıl 2014 ve hala aynı şeyleri düşünüyorum)

Tiyatro gibi canlı ve yaşam dolu bir sanatın “ölü” gibi netameli ve soğuk bir kavramla yan yana getirilmesi en büyük paradokslardan biri olmalı. Ne var ki her paradoks gibi bu da belirli bir gerçeklik üzerine yükselmektedir. Ölü tiyatro tanımlaması kendi içinde nesnel bir olumsuzlama barındırıyor. Ama her olumsuzlamada olduğu gibi bu olumsuzlama da gizli bir pozitiviteye kapı aralıyor. Ölen bir şey varsa –bu yazı yazıldığına göre – yaşayan ya da yaşaması gereken bir durum da söz konusu. Çözüm bu iki paradokstan türeyecek. Ya da bu paradoksu oluşturan politik, estetik ve ideolojik yönergelerin çözümlenmesiyle zuhur edecek. Bu da demektir ki ölü tiyatro tanımlaması, belirli bir tiyatro faaliyeti ve anlayışını içermektedir.
Bu durumda, belirli bir tiyatro faaliyeti ve anlayışından neyin kastedildiği açımlanma ihtiyacı yaratmaktadır. Belirli bir tiyatro faaliyeti ve anlayışı nedir, neleri içermektedir, kökeni nerededir ve en önemlisi bu neden ölü bir tiyatrodur? Yazı, büyük oranda bunu sorgulayıp tartışmaya çalışacak. Türkiye tiyatrosunun omurgasını, ya da daha doğrusu omurgasızlığını görmek açısından da bir ufuk çizgisi olan bu tartışma, bizi başka bir noktaya; bu topraklardaki tiyatro erbaplarının bilinç sorunsalını tartışmaya da yönlendirecek. Öte yandan Türkiye tiyatrosu, söz konusu mevcut tiyatro pratiklerine yönelmeye başladığında Avrupa’da tiyatronun hangi yönelimler içinde bulunduğu bilinç sorunsalı açısından ele alınacak. Hedef net belirlenmediğinde atışın isabet etme olasılığı düşüktür düsturunu unutmayıp, sonuç itibariyle Avrupa’daki genel eğilim ve Türkiye tiyatrosunun arz-ı endamı eleştiri oklarının hedefine oturtulacak.
Bugün sahnelerde yaşanan teatral işlevsizlik, en genel anlamıyla amaç yoksunluğu ya da daha doğru ifadeyle amaç fakirliği biçeminde kendini gösteriyor. Dolayısıyla “ölü” olmanın ilk anlamı bilinç sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tiyatroya nasıl bakıldığı, kimin hangi oyunu neden sahnelediği, sahnelerken neleri göz önüne aldığı, göz önüne alınan şeylerin ne olduğunun muamma olduğu anti-işlevsel bir durum, paradigma sorunu olarak yaşanmaktadır. Bu eksen birkaç önemli saptamayı koşulluyor: Bu topraklarda tiyatronun bir varlık zemini bulamamasının en temel nedenlerinden biri yönelimini sanatsal öykünmecilikte inşa etmesidir. İki, öykünülen bu paradigmanın neleri işaret ettiği idrak edilememiştir ve üçüncüsü, bunlarla ilintili olarak teatral bir yapı yaratma kaygısının kısır ve güdük bir misyon söyleminin altında yok olmasıdır.
Yazılan ve sahnelenen oyunların genel prototipine bakıldığında ya Avrupa’da yazılmış oyunların kötü bir taklidi ve uyarlamaları ya da yeni kurulan devletin kuruluşunu anlatan, kuruluştan sonraki süreçte ise bu temelleri sağlamlaştırmaya dayanan, eksiklikleri giderme üzerine belirlenen güdük ve anlamsız bir içerikle karşılaşırız. İdeolojik bir üst belirlenimin gölgesinde ilerleyen teatral yaratım kendi bağımsız var oluşunu belirleyemediği gibi varlık zemini de kazanamamaktadır.
Türkiye’de bir tiyatro kültürü yaratılmaya çalışıldığı sırada Avrupa’nın, öykünülen teatral pratikleri çoktan aştığını; hem ideolojik ve hem de estetik düzlemde öncesine ait tüm sanatsal yaratıları reddettiğini görürüz. Politik ve ekonomik yönelimle sıkı ilişkisi bulunan bu iki teatral aksiyonu birbirinden ayıran en önemli farklılık da bu yönelimlerin içeriğinden kaynaklanmaktaydı. Türkiye kendi burjuva devrimini inşa sürecini henüz yeni yaşarken Avrupa bu sürecin sonlarını yaşamakta ve hatta köklü siyasal-sınıfsal devrimlerle dünya üzerinde yeni bir kutup yaratılmaktaydı. Buraya geçmeden önce Türkiye tiyatrosunun yüzünü çevirdiği ama Avrupa tiyatrosunda kimi öncülerin artık sırtını çevirdiği teatral anlayışın çerçevesine bakmakta yarar var.

Ölü tiyatronun temel ekseni: klasik dram ya da Hegelci sanat anlayışı
Klasik dramın ilk tohumlarının bireyin keşfedildiği Rönesansla başladığını söylemek yanlış olmaz. Akıl, derebeylikle birlikte yıkılan kilisenin külleri arasından egemenliğini ilan etmeye başladığında, birey de toplumsal ilişkilerin geliştirici bir unsuru olarak merkezi bir rol üstlenmeye başlar. Doruk noktasını Aydınlanma ile yaşayacak olan bireyin merkezi bir noktada durması, dramın geliştirici unsuru olarak da algılanmasını getirdi. Bütünlüklü dünya algısı, merkezinde saf aklın bulunduğu felsefi yönelim, aydınlanmanın temel formülasyonları olarak anılır oldu. Bilimsel gelişmeler, olay ve olgular arasındaki neden-sonuç bağını referans alan düşünsel yaklaşımları besleyerek klasik dramın temellerini attı.
Birey fikriyatı Hegelci dram etkisinin gelişiminde önemli basamaklardan biriydi. Bütünlüklü sanat algısının fikir babası sayılabilecek olan Hegel’in sanata bakışı, avangardlara kadar etkisini sürdürecekti. İçerik ve biçim birlikteliğinin en mükemmel şeklinin klasik sanat olduğunu belirten Hegel, romantik sanat algısını bu birlikteliğin dışına çıkmakla yargılarken, klasik sanat algısının bu anlamıyla klasik Yunandaki içerik ve biçimi yakalayan bir dönüşüm gerçekleştirmesini olumlayan yaklaşımıyla, bütünlüklü sanat eseri düşüncesini geliştirdi.
Hegel’e göre romantik sanat dışsal olanla içsel olanı birbirinden ayırarak sanatı ortadan kaldırmış ve kendi sonuna ulaşan sanat, “daha yüksek bilinç formlarının –felsefenin- önünü açmıştı.” Önü açılan şey Hegel’e göre, “Tinsel olanın dış görünüşünden tamamen çıkarsanabildiği klasik mükemmellikti.”[1]
Sanata tarihsel bir perspektiften bakan ve bu eksende, her şeyin tarihsel gelişim içinde özgül yeri olduğunu vurgulayan Hegel, sanatta ideal olanın, var olanı ona uygun bir biçimle yaratma zorunluluğu olarak tarif eder. Hegelci idealizasyonun vurgu noktası, bütünlüklü bir yapı içinde, birbirini neden-sonuç bağı ile besleyen dramatik yapıt yaratmak ve içerik-biçim uyumu noktasında da bu bütünlüğü sergilemektir.
Rönesansla başlayan ve 19.yy.ın ortalarına dek hâkimiyetini sürdüren klasik dramın bu biçimi, Aristoteles’in Poetika’da tarif ettiği biçimle de tarihsel bir ortaklık yaşamaktadır. Hegelci dramın Poetika ile kurduğu tarihsel ilişki özden ziyade biçimsel bir özellik taşımaktaydı. Hegel’in de üzerinde durduğu gibi artık klasik Yunandakine benzer bir tragedya yoktur. Ama bütünlüklü öyküsü, olay örgüsünün neden-sonuç bağı ile birbirine bağlanması, merkezde yer alan karakterin üzerinden yaratılan çatışmanın bir sonuca bağlanması temelinde yaratılan organiklik, Hegel ile Aristo’nun mimetik ve yanılsamacı bir noktada akraba olduklarının göstereniydi.
Kahramanın merkezde olduğu ve yine kahramanın kendi iç çelişkileri sonucu aydınlanma yaşadığı bütünlüklü sanat yapıtı düşüncesi, Hegel’in “kendinde bilinç” diyalektiği çerçevesinde anlam kazanır. Özne karakterin, tüm dışsal eylemleri belirlemesi ekseninde somutlanan ve Althusser’in sonradan “uyduruk diyalektik”[2] olarak tanımladığı “kendinde bilinç” diyalektiği, karakterin kendi çelişkilerinden yola çıkarak bütünsel bir gerçekliğe ulaşılabileceğine ilişkin bir yanılsamayı barındırmaktadır. Karakterin mutlak bir özne olarak tanımlanıp merkeze oturtulduğu Hegelyen dramda seyirci, oyunu, merkeze alınan karakterin yanlışları ve doğruları üzerinden takip ederek onun ideolojisini sahiplenir ve karakterle özdeşleşir. Bu düzlem, Aristo ile Hegel’i katarsisci söylem ekseninde ortaklaştırır. Çünkü bu bütünlüklü yapı içinde seyirciyle kurulan ilişki biçimi karakter üzerinden özdeşleşme ve yanılsama yoluyla kurulmaktadır.

Hegel’in yazdığı gibi, [kahramanın] kaderi kendi kendinin bilincinde olmasıydı. Böylelikle mücadelenin içeriği kahramanın kendi bilinçliliğiyle özdeşleşmiş oluyordu. Ve gayet doğal olarak, seyirci de kendisini kahramanla yani onun zamanıyla onun bilinçliliğiyle, yani kendisine sunulan tek zaman ve tek bilinçlilikle ‘özdeşleştirerek’ oyunu ‘yaşar’ gibi oluyordu.[3]

Sanata tarihselleştirme mantığı içinde bakan Hegel’in bu fikri, tarihselleştirmenin, geçmiş dönemin içerimleri ile o dönemin gereklilikleri arasında yarattığı eş zamanlılık gereği Platoncu yansıtma kuramı ile de bağ kurar. Eğer sanat tarihsel sürekliliğin devamı ise, içinde yer aldığı toplumsal koşulların da yansıtıcısı olmalıdır. Mutlak özne olan karakterin neyi yansıtacağı da bu toplumsal koşullar içinde belirlenmiştir.

Klasik tiyatro bize dramı, dramın tümüyle merkezi bir karakterin kurmaca bilinçliliğinde yansıtılan koşullarını ve ‘diyalektiğini’ verdi… ve herhalde, ‘klasik’ estetiğin bu biçimsel koşulunun klasik estetiğin maddi içeriğiyle yakından ilişkili oluşu bir tesadüf değildir. Şunu ima ediyorum: Klasik tiyatronun malzemesi ya da temaları (politika, ahlak, din, şeref, ‘şan’, ‘tutku’, v.s) kesinlikle ideolojik temalardır ve ideolojik doğaları sorgulanmadığı yani eleştirilmediği sürece de öyle kalırlar.[4]  

Hegel’in açtığı bu tartışma zemini 1930’la gelindiğinde, aynı ideolojik kaynaklardan beslenen ve fakat başka kulvarlarda yer alan Lukacs, Brecht, Benjamin ve Adorno tarafından da tartışılır. Hegel’in açtığı bilinç zemininden hareketle bütünlüklü sanat eseri düşüncesinin yılmaz savunucusu olan Lukacs, özellikle Brecht ve Benjamin’e karşı savunduğu bütünlüklü sanat eseri fikri ile sol Hegelci bir düzlemde bulunacaktı. Ama Lukacs’ın Brecht ve Benjamin’den önce tartıştığı, Hegelci bütünlüklü sanat düşüncesini baş aşağı çeviren, Brecht ve Benjamin’i de onların uzantısı olarak değerlendireceği Avangardlardı.
Avangard hareketin çıkışına 20.yy. başında yaşanan toplumsal ve siyasal değişimler damgasını vurdu. Birinci emperyalist çapul savaşının toplum üzerinde yarattığı değerler yitimi sanatçıları köktenci arayışların içine soktu. Ekim proleter devrimi ise bu arayışlara politik bir ivme kazandırdı. Toplumsal ve siyasal değişimin bilinçlerde yarattığı devrim, kendini tiyatroda göstermekte de gecikmedi. Orta Avrupa’da, daha sonra yerini sürrealizme bırakacak Dada hareketi gelişirken, Almanya’da ekspresyonizm canlanıyordu. Rusya’da ise Ekim devriminin yarattığı dalga fütüristlerin yeşermesine yol açtı. Avangardların bu çıkışıyla birlikte klasik sanat düşüncesinde de bıçak sırtı bir kırılma gerçekleşti. İlk kırılma gerçekliğin temsil yöntemlerinde yaşandı. Rönesansla başlayan bütünlüklü sanat fikri yerini parçalı sanat algısına, Hegelyen dramın olmazsa olmazı sayılan diyalog yerini monologa, teatral metin ise özellikle doğu tiyatrosuna yönelimle birlikte yerini bedenin temsil olanaklarını arttıracak olan teatralliğe bıraktı. Hegelyen dramda yaşanan bu kırılmanın ideolojik yönleri de bulunuyordu. Avangard hareketler eleştiri oklarını doğrudan sanatın kendisine, dahası burjuva sanatın toplumsal yaşamdan soyut bir biçimde konumlanmasına yöneltti. Aydınlanmanın akıl ve sağduyu söylemiyle denetim altında tuttuğu duyguları eleştiren Avangardları, önceki sanatsal eleştiri yöntemlerinden ayıran en önemli fark bu oldu.
Peter Bürger, Avangardların önceki sanatsal üsluplardan farkını, eleştirilerini tiyatronun içinde kalarak yapmış olmalarında değil, tiyatronun dışından tiyatroya karşı yapmış olmalarına bağlamaktadır. Bürger’in, Marks’ın ekonomi politik eleştirisi üzerine yazdıklarından yola çıkarak yaptığı bu değerlendirmeye göre birinci tür eleştiri sisteme içkin eleştiriyken, ikinci tür eleştiri özeleştiridir ve Avangardlar sanata özeleştiri yöntemiyle yaklaşarak burjuva sanat kurumlarını parçalamayı amaçlamışlardır.

Tarihsel avangard hareketleriyle birlikte, toplumsal alt-sistem olarak sanat, özeleştiri evresine girmiştir. Avrupa avangardı içerisindeki en radikal hareket olan Dadaizm, artık kendisinden önceki sanat ekollerini değil, bir kurum olarak sanatı ve sanatın gelişinin burjuva toplumunda izlediği seyri eleştirir.[5]

Bu hareketlerin ortaklığı, aralarında yer yer muazzam farklar olmasına rağmen, hepsinin, daha önceki sanatın tekil sanatsal prosedürlerini değil, o sanatı toptan reddetmeleri, böylece gelenekten radikal bir kopuş gerçekleştirmeleridir. En uç örneklerinde, başat hedefleri burjuva toplumunda geliştiği şekliyle sanat kurumudur.[6]

1930’lara gelindiğinde ise dünya farklı bir yöne doğru evrildi ve Almanya’da faşizmin yükselişi avangardları farklı yönlere sürükledi. Onların hayatla sanatı buluşturma noktasında yaşadıkları problem Brecht’le çözülecek ve gerçekleştiremedikleri kırılma Brecht tarafından gerçekleştirecekti. Avangardların temsil yöntemlerine sınıfsal, politik bir ivme katan Brecht, Aristo ve Hegel’de ifadesini bulan burjuva sanat düşüncesine darbeyi vuran en önemli tiyatro insanı olacaktı.
Augusto Boal’e göre Brecht’in tüm poetikası, “Hegel’in idealist poetikasına bir karşı önerme ve yanıttır.”[7] Burjuva sanatsal paradigmaya kaynaklık eden Aristocu ve Hegelci bütünlüklü tiyatro fikrine darbeyi indirmesine rağmen Brecht, hem aynı ideolojik zeminlerde durduğu kişiler ve hem de karşısında yer alanlar tarafından eleştirilmekten kurtulamadı. Tarihsel avangardları “dekadans” olarak tanımlayan Marksist Lukacs, aynı tabiri Marksist Brecht için de kullanmaktan geri durmadı. İkilinin temel tartışma zemininde gerçekliğin nasıl iletileceğine ve dahası gerçekliğin neyi ifade ettiğine ilişkin bir fikir ayrılığı bulunuyordu. Bu ayrılığın ideolojik kökeninde ise Marks’ın yabancılaşma ya da “şeyleşme” kavramı yatmaktaydı. Lukacs, yabancılaşmanın ancak bütünlüklü bir bakışla aşılabileceğini belirtiyor; Hegel’in klasik sanat ile romantik sanat arasında gerçekleştirdiği karşılaştırmayı, gerçekçi sanat ve avangard sanat arasındaki karşılaştırmaya taşıyarak, Hegelci bütünlüklü sanatın mükemmelliği fikrine sadık kalıyordu. Temel problemin “öz ve biçimin diyalektik birliğini doğru anlamak” olduğunu belirten Lukacs için “önemli olan, sanatçı tarafından biçimlendirilen, tasvir edilip anlatılan ve okuyucu tarafından yeniden deneyimlenen hayata ait kesimin herhangi bir dış yoruma ihtiyaç kalmadan biçim ve öz arasındaki ilişkiyi açığa kavuşturmasıdır.”[8]
Brecht bu bağlamda Lukacs’ın zıt bir noktasında durarak bütünlüklü sanat fikrinin yabancılaşmayı gösterme noktasında yetersiz kalacağını vurguluyordu. Çünkü bütünlük fikri çelişkilerin uyumlulaştırılması anlamına gelmekteydi ve bu durum tarihsel olarak gerçekleştirilebilir olanın önünü tıkamaktaydı.
Brecht’e göre Hegelci dramın en temel yanlışına Lukacs da düşmektedir. Çünkü Lukacs, karşıtlıkları içerik ve biçim bütünlüğü içinde gösterme gerekliliğini savunarak aslında yabancılaşmanın aşılmasının önündeki engelleri de görememektedir. Bu yüzden Brecht metni parçalamayı, bütünlüklü dramın klasik yapısını yadırgatma araçlarıyla kesintiye uğratarak nedenselliği alılmayıcının zihninde tamamlamayı hedefleyen bir yöntem benimsemiş ve böylece yabancılaşmayı göstermenin en iyi yolunun yabancılaştırma olacağını belirtmiştir. Böylece Brecht, Aristoteles ve Hegel’den bu yana gelen gerçeğe öykünmeci, özdeşleşmeci-katarsisçi bütünlüklü tiyatro anlayışını yıkıp, kendi gerçeğini kendi yaratan bir tiyatro etkinliğine vurgu yaparak tiyatroda yeni bir dönem ve yeni bir estetiğin temellerini atmış oldu. Avangardların biçimsel yöntemlerini benimsemekle birlikte, tiyatroya kattığı sınıfsal-politik özle de onlardan ayrılıyordu Brecht. Geleceğin tiyatrosunu şekillendirecek olan bu öz sayesinde Brecht tiyatrosu, gerçek çelişkileri toplumsal ilişkiler bütünü içinde göstererek gerçekleşebilir olanın yolunu imlediği bir tiyatro estetiği yarattı.

…kesin konuşursak, bilinçliliğin diyalektiği diye bir şey yoktur: kendi çelişkilerinden yola çıkarak kendi başına gerçekliğe ulaşabilecek bir bilinçlilik diyalektiği yoktur; kısacası Hegel’ci anlamda bir ‘fenomenoloji’ olamaz: çünkü, bilinçlilik gerçeğe kendi içsel gelişimi yoluyla değil, kendisinden başka olanın radikal keşfiyle varır. İşte Brecht bir oyunun anlam ve emplikasyonlarını bir kişi bilinçliliği biçiminde temalaştırmaya sırtını döndüğünde, klasik tiyatro sorunsalını tam da bu anlamda altüst etmişti. Bununla, seyircilerinde yeni, doğru ve etkin bir bilinçlilik oluşturabilmek için, kişinin bilinçliliği varsayımına dayanan bütün o kendi kendinin efendisi olma, kendini temsil etme iddialarını dışarıda bırakmak durumunda olduğunu söylemek istiyorum.[9]

Avangardlarla birlikte can çekişmeye başlayan klasik dram ya da Hegelci bütünlüklü sanat anlayışı, tiyatroya politik bir ivme kazandıran Brecht’le birlikte ölü bir tiyatro haline geldi. Brecht’i bu denli önemli yapan ve tiyatro tarihi içinde köşebaşında bulunmasına sebep olan şey ise tiyatroya yalnızca politik bir işlerlik kazandırmış olması değildi. Asıl önemli olan nokta Brecht’in, tarihsel materyalizmi, historisist yaklaşımdan ayırarak materyalist bir tiyatro estetiği yaratmış olmasıydı. Hegel de, Lukacs da tarihe idealist dizgelerden yaklaşmalarının ürünü olarak toplumsal koşulların itkileriyle hareket ettiler ve tarihsel sürekliliği determinist bir gözle algıladılar. Hatta avangard sanatı radikal bir isyan ve tarihsel meşruluğa sahip tek sanat biçimi olarak tanımlayarak Lukacs’tan ayrılan Adorno da, “eser ile eserin koşullarını belirleyen toplum arasında bilinçdışı bir bağ” olmadığını belirterek Brecht’i “bilinçdışı tarih yazıcısı” olmakla eleştirerek aynı determinizmin içine düştü. Öte yandan Adorno yine Lukacs gibi Brecht tiyatrosunu beğenmiyor; onu didaktik ve yüzeysel bir estetik yaratmakla suçluyordu.[10]
Lukacs’ın politik bulmadığı, Adorno’nun ise fazla didaktik ve politik dayatmacı bulduğu Brecht’in estetiği iki düşünür tarafından da beğenilmedi. Ama Bürger’in dediği gibi, “iki yazar da kuramlarıyla ilgili nedenlerden ötürü, çağımızın en büyük materyalist yazarı olan Brecht’i anlayamamıştı.”[11]

Türkiye Tiyatrosu, Zenon, Akhilleus ve Kaplumbağa
Bu tartışmaları yazmamızın amacı estetik tarihin aktarımını yapmak değil, Türkiye tiyatrosunun durduğu zemini, bakışının darlığını dolaylı yollardan ortaya koymaktır. Dolayımı oluşturan durum, Avrupa’da bu tartışmalar oldukça çatışmalı geçerken Türkiye tiyatrosunun nerede olduğu ve ne yaptığıydı. Türkiye tiyatrosunun bu minvaldeki pozisyonu idealist filozof Zenon’un anlattığı Akhilleus ve kaplumbağa meselini hatırlatmaktadır.
Hareketin olmadığını kanıtlamaya çabalayan idealist felsefecilerden Zenon Akhilleus ile kaplumbağa arasındaki bir yarıştan söz eder. Zenon’a göre eğer kaplumbağaya yarışa başlamak için biraz mesafe verilirse bu yarışın galibi kaplumbağa olacaktır. Çünkü Akhilleus ne kadar hızlı bir koşucu olursa olsun aradaki mesafe daim olacak ve Akhilleus hep bir önceki mesafeyi kapatmak zorunda kalacaktır. Akhilleus birinci mesafeyi kapattığında kaplumbağa, Akhilleus’un birinci mesafeyi kapatma süreci içinde biraz daha ilerlemiş olacaktır ve Akhilleus bu kez ikinci mesafeyi kapatmak zorunda kalacaktır. Böylece Akhilleus aslında aradaki mesafeyi hiç kapatamayacaktır.
Boal bu meseli anlatırken bir çıkarım yapar ve pek haklı olarak Zenon’un açıkça temel bir hata yaptığını belirtir:

Akhilleus ve kaplumbağanın hareketleri birbirinden bağımsız ya da süreksiz değildir: Akhilleus koşu mesafesinin ikinci aşamasını koşmak için önce bu mesafenin ilk kısmını kat etmez; tam tersine, kaplumbağanın veya aynı yönde gitmekte olması muhtemel tembel bir ayının hızından bağımsız olarak tüm mesafeyi koşar. Hareket bir yerde veya başka bir yerde değil bir yerden başka bir yere doğru gerçekleşir: Hareket, farklı mekanlardaki edimlerin oluşturduğu bir dizi değil, kesinlikle bir yerden başka bir yere gitmektir.[12]

Kuşkusuz ne Avrupa kaplumbağaya benzemektedir ne de Türkiye Akhilleus’a. Ama Türkiye tiyatrosunun durumu neredeyse Zenon’un idealist felsefi bakışını haklı çıkarır bir rotada seyir etmektedir. İşin doğrusu, Türkiye tiyatrosunun Avrupa tiyatrosuna yüzünü döndüğü andan itibaren gördüğü hep bir adım öncesi oldu. Türkiye tiyatrosu geç kalmış tarihsel yolculuğunun kamburunu hep üzerinde taşıdı ve süreci bütün olarak görüp hedefi buna göre belirleyemedi. Bu topraklarda tiyatronun bir varlık zemini kazanamamasının en büyük nedenlerinden biri rotanın şaşmış olması, süreci bir bütün olarak görebilecek bakıştan mahrum olunmasıydı.
Avrupa, tarihsel sürekliliği içinde sanatsal ve estetik tartışmaların doruk noktasını yaşayıp, özellikle avangardlar ve Brecht’in uygulamaları ile klasik Hegelyen dramın mezarını kazarak ölüyü gömerken, Türkiye tiyatrosu henüz kendi rüştünü oluşturma anlamında bir var oluş sancısı çekmekteydi. Tanzimatla yüzün batıya dönülmesi sonucu görülen teatral pratik Aristotelyen ve Hegelyen anlamda yazılmış tiyatro anlayışlarıydı ve bu anlayışın devşirilmesi 1960’lara dek sürdü.
Avrupa’da avangard akımların boy gösterdiği, politik anlamda sınıfsal çatışkı ve çelişkileri işleyen tezli oyunların yazıldığı, Brecht ve Hegelci dram ile bu anlayışı savunan Lukacs arasında sert tartışmaların sürdüğü yıllarda ise Türkiye tiyatrosu, yeni kurulmuş cumhuriyetin ilkelerinin belirleyiciliğinde kendine ulusal temaları konu ediniyordu. Üstelik ulusal temaları, o ulusa ait olmayan farklı etnik kimlikleri yok sayıp massederek yaratıyor ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı Akın, Özyurt ve Akıncı Türkleri oyunlarında olduğu gibi, herkesin “Türk” olduğunu ve “Türklük” bilincine sahip çıkılıp yaygınlaştırılması gerektiğine ilişkin gerici ideolojik yönergelerle belirliyordu. Teatral gündemi oluşturan konuların başında, yeni kurulan cumhuriyetin savunulması, sonrasında ise kimi aksaklık ve olumsuzlukları törpülemeye yönelik güdük ve estetik anlamda ön açıcı olmayan fikirler geliyordu. Bu noktada Türkiye tiyatrosunun temel külliyatını, yeni kurulmuş bir devletin yürüme noktasında çektiği sancı ve bu fikrin karşısına çıkan olumsuzlukları bertaraf etmeye yönelik yazım ve uygulamalar oluşturmaktaydı. Bu teatral oluşların ideolojik zeminini ise yine çoktan mezara gömülen Hegelci idealizasyon belirlemekteydi ve temel savunu devletin bekası ve yüceltilmesi için çalışılmasına yönelikti. Aslında yaratılan teatral var oluş, bir estetik konumlanış ve tiyatronun varlık zeminini yaratmaktan ziyade onu yok eden bir çerçeveye sahipti. Kaygı, sanatsal bir tarz yaratmanın dışında bir misyonun temsilciliğini üstlenmekti ve bu misyon evrensel değerler üzerine değil ulusal değerler üzerine yükselmekteydi. 1920–30 yıllarında bu değerler ekseninde var olmak, Avrupa’da burjuva sanat kurumlarına ve değerlerine sınıfsal bir zeminden bakarak eleştiri okları yöneltildiği düşünüldüğünde, Türkiye tiyatrosunun gerici hüviyete sahip olması demekti.
Öte yandan genelde sanat ve özelde tiyatro yoluyla savunulmaya ve sağlamlaştırılmaya çalışılan devletin ve cumhuriyetin burjuva niteliği konusunda yaşanan bilinç bulanıklığı, burjuva sanat ideolojisini yeşerten bir varoluş koşulu yaratıldığını görmeye engel oluyordu. Türkiye tiyatrosu varlık zeminini burjuva bir devletin savunusu üzerine inşa etmekle, zaten ölü bir temel üzerine yükseliyordu. Başlarken ölü bir temel üzerine yükselen Türkiye tiyatrosu, 1960’lara kadar da bu gerici hüviyetten kurtulamadı. 1960’larla birlikte tüm alanlarda olduğu gibi tiyatroda da temel gündemini dünyadaki toplumsal ve siyasal çalkalanmalar sonucu oluşan yeni durumlar ve olaylar belirlemeye başladı. Bu, Türkiye tiyatrosunun politik alana yöneldiği, asıl sorunun dar ulusal meseleler değil de sınıfsal ve siyasal bir sorun olduğunun keşfedildiği bir süreçtir. Bu dönemi, dramatik tiyatro ve misyon tiyatroculuğunun dar sınırlarının aşılıp yeni arayışlara yüzün çevrildiği bir süreç olarak tanımlamak yanlış olmaz. 1950’lerin ikinci yarısından sonra Türkiye burjuvazisinin kapitalizmle kucaklaşma yolunda yeni atılımlar içine girmesiyle birlikte toplumsal ve siyasal alanda başlayan değişimler ilk sinyallerini yine bu dönemde yazılan oyunlarda gösterir. Konular artık kuruluş aşamasındaki gibi ulusal çıkar ve kaygılar yerine sistemin çarpıklığına değinen politik dokunuşlar ve halkın bu sistemde yaşadığı sıkıntılar olmaya başlar. Teatral söylem, sistemi hedefleyen politik argümanlarla bezenmeye doğru bir yönelime girer. Bu dönem oyunlarının neredeyse çoğunda görülen Brechtyen etki yalnızca epik diyalektik tiyatronun teknik yönlerinin değil onun siyasal zemininin de izlerini taşımaktadır. Doruk noktasında Brecht’in bulunduğu politik tiyatro Avrupa’ya tohumlarını çoktan saçmış ve tüm tiyatral söylemleri etkilemişken, Türkiye tiyatrosu kendisi için yeni olan bu tiyatral söylemle bu dönemde buluşur. Bu yeni teatral söylem, o güne dek var olan teatral dilin tamamen dışında, ezilenlerin sesi olacak ve onları harekete geçirecek bir dildir. Ne var ki bu süreç uzun sürmez ve yerleşik bir gelenek yaratamaz. Darbelerle kesintiye uğrayan süreç bugünün izlerinin de nedeni haline gelir.
Bugün gelinen noktada ise tiyatro dünyasında söylenebilecek yeni bir durumun olmaması, geçmişin izlerinin devam ettiğinin en büyük kanıtlarından biri. Tiyatronun bir varlık zemini kazanmış olduğuna ise ancak görmek istemeyen gözler ve duymak istemeyen kulaklar inanabilir. Temel estetik anlayışı hala, bedeni çoktandır toprağa karışmış olan Aristocu ve Hegelci sanat belirlemeye devam ediyor ise bu tiyatro biçimine yaşayan tiyatro demek en hafif deyimiyle aymazlık olur.
Tarihsel olarak gerçekleştirilebilir olanı göstermeyen tiyatronun yaşayan bir tiyatro olabilmesi ise pek mümkün görünmüyor.

 14 Nisan 2006



[1] Peter Bürger, Avangard Kuramı, Çev: Erol Özbek. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.159.
[2] Louis Althusser, “Materyalist Tiyatro Üzerine Notlar”, Mimesis, (Yıl: Nisan 1999, sayı 7), s. 143.
[3] L. Althusser, agy. S.146.
[4] L. Althusser, agy.s.143.
[5] P. Bürger. Ön.ver. s.62.
[6] P. Bürger. Age. s.55.
[7] A. Boal. Ezilenlerin Tiyatrosu. Çev: Necdet Hasgül. (İstanbul: B.Ü. Yayınları, 2003), s.82.
[8] Estetik ve Politika, (Haz: Ünsal Oskay) Eleştiri yayınları, 1985, s. 42.
[9] L. Althusser. Ön.Ver. s.143.
[10] Tartışmanın ayrıntıları için bkz. Estetik ve Politika. Ön.ver. s.222-226.
[11] P. Bürger. Ön.ver. s.165.
[12] A. Boal. Ön.ver. s.9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder