Ahir zamanlarda sağcılar kimseye kaptırmazdı memleketi. Neyse ki Nazım
çıkıp da “arkadaş, taa uzak asyadan dörtnala geldik, bu yüzden bu memleket
bizim” deyince, söyleyenin ideolojik menşeinden olsa gerek, memleket birden
“bizim” oluverdi. Böylece memleketin kimin olduğuna dair belirsizlik, Nazım’ın
hatırı sayılır katkısından sonra tartışılır olmaktan çıktı. Memleketin, dilleri
şecaat arz edip gönülleri sirkatin söyleyen murahhas bazı solcuları da “bu
memleket bizim” şiarını baş tacı edinip olaya son noktayı koyarak büyük bir
prestij kazandılar; “yurtsever” oldular.
Aslında Mustafa’nın politik, Kemal’in de ideolojik varlığı “bu memleket
bizim” sevdalıları yahut “vatan” kelimesini söylem düzlemine taşıyanlar için
biçilmiş kaftandı ve o kaftanı giymek için birbirleriyle yarış eden solcular
hiç de az değildi. Hikmet Kıvılcımlı ve asıl olarak İbrahim Kaypakkaya dışında Kemal’in
ideolojik varlığını tasa haline getirmeyi ne hikmetse kimse düşünmemişti. Memleketpervercilik
kaftanının sol hareketin üzerinden çıkarmak istemediği marazi bir giysi olması
bu nedenledir. Bu marazi giysi ne kadar benimsenmişse artık, uzak asyadan
gelmeyip akdenizle hiç ilgisi olmayan dağın dili mensuplarının varlığı bile
düşünülmemişti mesela. Oysa bu memleketin yarısı “bizim” değildi ve yarısı
dağın dili mensuplarına ait olan topraklar memleketin diğer yarısına duhul
edilip milli misak sınırları çizilince, bu kez tekmil memleket “bizim”
oluvermişti. Ve kimse dönüp de Nazım’a şunu söyleyememişti: “Etme Nazım, bu
memleketin yarısı bizim değil! Kaldı ki sen, 1923’ten beri TKP üyesi olmakla
iftihar edensin, bu nasıl komünistliktir!”
Oysa Nazım’ın görmesi için sebebi çok, görmemesi için hiçbir sebebi yoktu.
Yüzünü çevirip baksa, 1921’de Koçgiri’de, 1930’da Ağrı’da ve 1938’de Dersim’de,
bu memleketin yarısına sahip olduklarını bilip ayaklanan Kürtler’in kıyım kıyım
kıyıldığını görecekti.
Göremedi. Çünkü Nazım’ın da üyesi olduğu TKP, Komüntern’in ulusal sorun
konusundaki zafiyeti nedeniyle komünist Mustafa’yı değil de burjuva Mustafa’yı desteklemişti ve bu yüzden
Nazım’ın da üzerinde Kemalizm ipiyle örülmüş marazi bir giysi vardı. Ve Nazım,
“mavi gözleri çakmak çakmak” bakarak Dersim’in üzerine bomba yağdıran ekolün
kurucusuna, “bıraksalar ince uzun bacaklarıyla afyon ovasından kocatepeye
atlayacaktı” dizeleriyle methiyeler düzüyordu. İşte o marazi giysi, Nazım’dan
beri gören gözleri görmez, duyan kulakları sağır kılmıştı. O giysinin
maraziliğini de en çok, memleketin yarısına sahip olan dağın dili mensupları
hissetti. Hala da hissediyor.
Marazi giysinin halet-i ruhiyesi
Kürtler bu marazi giysinin azabını hala hissediyor da, memleketperverler
üzerlerindeki giysinin hicabını ve rayihasını hala hissedemiyor. Üstelik şimdi,
vatan-memleket argümanlarının Marks’la Lenin’le bağını kurarak, aşa giren
şalgamın kendini yağ sanması gibi, bunun devrimci bir söylem olduğunu sananlar
da çoğalıyor.
Enternasyonalizmin uluslararasıcılık anlamına geldiği, bunun da ulus ve
arası kelimelerinden oluştuğu, dolayısıyla temelde bir ulus durumu vuku bulduğu
için vatan, memleket demenin kimseye halel getirmeyeceğini düşünen bermuda
komedi üçgeni bir teori, memleketpervercilerin ideolojik dayanağı haline
geliyor. Böylesi anca Hoca Nasreddin’in “ben yaptım oldu” nüktesiyle anlattığı
fıkralarda olur.
Oysa enternasyonalizm defterinin ilk sayfası (siz ona abecesi deyin),
komünistlerin kendi mücadele alanlarını ulus değil uluslararası düzleme göre
inşa etmesi gerektiği fikriyatına dayanır. Bu mücadelenin salt biçimsel olarak
ulusal sınırlarla çizilmesi ise proletaryanın ulusal konumuyla değil,
burjuvazinin kendisini ulusal olarak örgütlemesiyle ilgilidir. Defterin ikinci
sayfasını açanlar ise enternasyonal mücadelenin, uluslararası mücadelenin
olmazsa olmazı olan dünya partisinin inşa edilmesi gerektiğini okuyacaktır.
Bu nedenle kendini ulusal değil dünya devrimi perspektifine göre
konumlandırması gereken komünistlerin ve devrimcilerin vatan-millet olgusundan
ziyade başka bir paradigmaya ihtiyacı vardır. Böyle olduğu içindir ki
kendilerini ulusal mücadele verenlerle aynı düzlemde konumlandırıp, “ne var
canım, herkesin vatanı kendine” düsturuyla sınırlaması niyetleri değil olsa
olsa ideolojileri komik duruma düşürür.
Hele ki memleketin yarısının Kürtlerin olduğu, en azından hepsinin
“bizim” olmadığı göz önünde bulundurulursa ve bu memleketin yarısına sahip
olanların da yıllardır kendilerine ait olanı almak istedikleri düşünülürse,
vatan-memleket söylemlerinin milli misakçı politik tekabüliyetinin neye denk
geldiği daha iyi anlaşılabilir.
Devrimci duruş adına vatan ve memleket söylemlerini politik ve hatta ideolojik
bir satıh olarak örenlerin Kürtleri göz ardı ettikleri, memleketin yarısının
onlara ait olduğunu göremedikleri ve Kemal’in ideolojik ipliğiyle örülmüş o
marazi giysinin kendilerini bu soğuk iklimden koruyamayacağı aşikardır. Bu
garabet durumu algılayabilmek için belki de artık Nazım’ın o şiirini değil,
başka şiirler okumak gerekmektedir.
Bunun bir niyet sorunu olmadığını bu satırların yazarı yukarıda belirtti.
Nihayetinde niyetleri negatif ya da pozitif yapan amellerdir. Ameli belirleyen
ideolojik-politik hat ise, “hangi vatan, vatanın kaçta kaçı bizim” sorularına
ne gibi yanıtlar verir onu bilemeyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder