24 Ağustos 2014 Pazar

Uzak asyadan dörtnala gelip akdenize kısrak başı gibi uzanan memleketperverler

Ahir zamanlarda sağcılar kimseye kaptırmazdı memleketi. Neyse ki Nazım çıkıp da “arkadaş, taa uzak asyadan dörtnala geldik, bu yüzden bu memleket bizim” deyince, söyleyenin ideolojik menşeinden olsa gerek, memleket birden “bizim” oluverdi. Böylece memleketin kimin olduğuna dair belirsizlik, Nazım’ın hatırı sayılır katkısından sonra tartışılır olmaktan çıktı. Memleketin, dilleri şecaat arz edip gönülleri sirkatin söyleyen murahhas bazı solcuları da “bu memleket bizim” şiarını baş tacı edinip olaya son noktayı koyarak büyük bir prestij kazandılar; “yurtsever” oldular.
Aslında Mustafa’nın politik, Kemal’in de ideolojik varlığı “bu memleket bizim” sevdalıları yahut “vatan” kelimesini söylem düzlemine taşıyanlar için biçilmiş kaftandı ve o kaftanı giymek için birbirleriyle yarış eden solcular hiç de az değildi. Hikmet Kıvılcımlı ve asıl olarak İbrahim Kaypakkaya dışında Kemal’in ideolojik varlığını tasa haline getirmeyi ne hikmetse kimse düşünmemişti. Memleketpervercilik kaftanının sol hareketin üzerinden çıkarmak istemediği marazi bir giysi olması bu nedenledir. Bu marazi giysi ne kadar benimsenmişse artık, uzak asyadan gelmeyip akdenizle hiç ilgisi olmayan dağın dili mensuplarının varlığı bile düşünülmemişti mesela. Oysa bu memleketin yarısı “bizim” değildi ve yarısı dağın dili mensuplarına ait olan topraklar memleketin diğer yarısına duhul edilip milli misak sınırları çizilince, bu kez tekmil memleket “bizim” oluvermişti. Ve kimse dönüp de Nazım’a şunu söyleyememişti: “Etme Nazım, bu memleketin yarısı bizim değil! Kaldı ki sen, 1923’ten beri TKP üyesi olmakla iftihar edensin, bu nasıl komünistliktir!”
Oysa Nazım’ın görmesi için sebebi çok, görmemesi için hiçbir sebebi yoktu. Yüzünü çevirip baksa, 1921’de Koçgiri’de, 1930’da Ağrı’da ve 1938’de Dersim’de, bu memleketin yarısına sahip olduklarını bilip ayaklanan Kürtler’in kıyım kıyım kıyıldığını görecekti.
Göremedi. Çünkü Nazım’ın da üyesi olduğu TKP, Komüntern’in ulusal sorun konusundaki zafiyeti nedeniyle komünist Mustafa’yı değil de burjuva Mustafa’yı desteklemişti ve bu yüzden Nazım’ın da üzerinde Kemalizm ipiyle örülmüş marazi bir giysi vardı. Ve Nazım, “mavi gözleri çakmak çakmak” bakarak Dersim’in üzerine bomba yağdıran ekolün kurucusuna, “bıraksalar ince uzun bacaklarıyla afyon ovasından kocatepeye atlayacaktı” dizeleriyle methiyeler düzüyordu. İşte o marazi giysi, Nazım’dan beri gören gözleri görmez, duyan kulakları sağır kılmıştı. O giysinin maraziliğini de en çok, memleketin yarısına sahip olan dağın dili mensupları hissetti. Hala da hissediyor.

Marazi giysinin halet-i ruhiyesi
Kürtler bu marazi giysinin azabını hala hissediyor da, memleketperverler üzerlerindeki giysinin hicabını ve rayihasını hala hissedemiyor. Üstelik şimdi, vatan-memleket argümanlarının Marks’la Lenin’le bağını kurarak, aşa giren şalgamın kendini yağ sanması gibi, bunun devrimci bir söylem olduğunu sananlar da çoğalıyor.
Enternasyonalizmin uluslararasıcılık anlamına geldiği, bunun da ulus ve arası kelimelerinden oluştuğu, dolayısıyla temelde bir ulus durumu vuku bulduğu için vatan, memleket demenin kimseye halel getirmeyeceğini düşünen bermuda komedi üçgeni bir teori, memleketpervercilerin ideolojik dayanağı haline geliyor. Böylesi anca Hoca Nasreddin’in “ben yaptım oldu” nüktesiyle anlattığı fıkralarda olur.
Oysa enternasyonalizm defterinin ilk sayfası (siz ona abecesi deyin), komünistlerin kendi mücadele alanlarını ulus değil uluslararası düzleme göre inşa etmesi gerektiği fikriyatına dayanır. Bu mücadelenin salt biçimsel olarak ulusal sınırlarla çizilmesi ise proletaryanın ulusal konumuyla değil, burjuvazinin kendisini ulusal olarak örgütlemesiyle ilgilidir. Defterin ikinci sayfasını açanlar ise enternasyonal mücadelenin, uluslararası mücadelenin olmazsa olmazı olan dünya partisinin inşa edilmesi gerektiğini okuyacaktır.
Bu nedenle kendini ulusal değil dünya devrimi perspektifine göre konumlandırması gereken komünistlerin ve devrimcilerin vatan-millet olgusundan ziyade başka bir paradigmaya ihtiyacı vardır. Böyle olduğu içindir ki kendilerini ulusal mücadele verenlerle aynı düzlemde konumlandırıp, “ne var canım, herkesin vatanı kendine” düsturuyla sınırlaması niyetleri değil olsa olsa ideolojileri komik duruma düşürür.
Hele ki memleketin yarısının Kürtlerin olduğu, en azından hepsinin “bizim” olmadığı göz önünde bulundurulursa ve bu memleketin yarısına sahip olanların da yıllardır kendilerine ait olanı almak istedikleri düşünülürse, vatan-memleket söylemlerinin milli misakçı politik tekabüliyetinin neye denk geldiği daha iyi anlaşılabilir.
Devrimci duruş adına vatan ve memleket söylemlerini politik ve hatta ideolojik bir satıh olarak örenlerin Kürtleri göz ardı ettikleri, memleketin yarısının onlara ait olduğunu göremedikleri ve Kemal’in ideolojik ipliğiyle örülmüş o marazi giysinin kendilerini bu soğuk iklimden koruyamayacağı aşikardır. Bu garabet durumu algılayabilmek için belki de artık Nazım’ın o şiirini değil, başka şiirler okumak gerekmektedir.
Bunun bir niyet sorunu olmadığını bu satırların yazarı yukarıda belirtti. Nihayetinde niyetleri negatif ya da pozitif yapan amellerdir. Ameli belirleyen ideolojik-politik hat ise, “hangi vatan, vatanın kaçta kaçı bizim” sorularına ne gibi yanıtlar verir onu bilemeyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder