3 Temmuz 2014 Perşembe

MODERNİZMİN HARİTASI: CİHAN PAZARI, KEŞİF VE İLERLEME MUHASARASI

Aslına bakılırsa modernliğe ait tüm verilerin temelinde, uzak denizlere açılıp yeni yerler keşfetmeye, deniz aşırı ülkelerde pazar yaratmaya ve hiç durmamacasına “ileri” gitmeye şartlanmış İspanyol ve Portekizli gemiciler bulunmaktadır. 15. ve 16. yy. ortalarında Colombus’un Amerika’ya, Vasco dö Gama’nın ise Avrupa’dan Hindistan’a yaptığı açık deniz gezileri “ilerleme” fikrinin de tetikleyicisiydi. (bilimin temel yasası: hep ileri giderseniz sonuçta başladığınız noktaya gelirsiniz.) Batı, Doğu’ya, ilkel durumlarından kurtulmaları için “uygarlık” götürüyor, karşılığında Doğu’nun el değmemiş zenginliklerini gün yüzüne çıkararak onları sömürgelerinin arka bahçesi yapıyordu. Adına Aydınlanma ya da modernite denilen dönem, bu bilinmedik kıyıların sömürü keşfiyle başladı.

Sonrasında Marks bu durumu ilkel sermayenin oluşturulma süreci olarak okuyup, “Amerikanın keşfi ve ümit burnunun aşılması ortaya çıkmakta olan burjuvazi için yeni alanlar açtı”[1] diyerek kapitalizmin tohumlarının atılma süreci olarak saptayacaktı. İspanyol ve Portekizli gemicilerin pupa yelken “ileri” gitmesi yalnızca yeni ekonomik modelin değil, sonrasında Rönesans ve aydınlanmayı başlatacak olan akıl merkezli bilimsel düşüncenin de tohumlarını serpmiş oldu. Bazılarınca modernitenin Rönesansla başlamasının nedeni de din ve tanrı merkezli düşünceden akıl ve insan merkezli düşünceye doğru gerçekleşen bu bilimsel ilerlemedir.*

Hangi noktadan bakılırsa bakılsın çoklu bir anlama sahip olan “ilerleme” fikri, modernitenin anahtar kavramını oluşturmaktadır. Bu nedenle miladı Rönesansla başlatanlar kadar coğrafi keşiflerle başlatanlar da pek haksız sayılmazlar. Her iki durumda da “ilerleme” fikri temel bir düstur olarak ortaya çıkmakta; birinde ekonomik ilerleme temel alınırken diğerinde akıl ve felsefi düşüncenin gelişimi temel alınmaktadır. Ne var ki, neden ve sonuçlar yan yana getirildiğinde iki durumun da birbirini beslediği gözlerden kaçmaz: kapitalizm ve akli ilerleme birbirinin hem sonucu hem de nedenidir. Bu husus nazar-ı dikkate alındığında, kapitalizmin oluşumuyla akıl ve bilimin ilerlemesini aynı rahimden çıkmış çift yumurta ikizleri olarak değerlendirmekte de bir beis yok. Bu rahime modernite diyeceğiz.

Habermas’ın da belirttiği gibi modernite ya da modernlik adlandırması, bir dönem tarifi olarak eski sistemden yeni bir sisteme geçişi betimlemek için kullanılmaktadır. Sözü edilen dönem, çizgisel bir değişimden ziyade paradigmatik bir dönüşümdür. Bu paradigmatik dönüşümün ilk ayağını yeni bir ekonomik düzenleme oluştururken, üst yapıda, bunun dolaysız yansıması olan toplumsal, kültürel ve bilimsel bir dönüşüm izler. Abel Jeannıere’nin, “moderniteye geçişi belirleyen dört devrim” dediği, “bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstriyel devrimler”[2] bu yeni dönemin adıdır. Bu yeni döneme kapitalizm diyeceğiz.

Modernizmle kapitalizm arasındaki dolaysız ilişkinin çimentosunu ilerleme bağlamında akıl oluşturmaktadır. Alain Toureine’nin “Modernliğin Eleştirisi” adlı kapsamlı çalışmasında kapitalizm ve modernizm arasında ilişki kurmasına neden olan da aydınlanmayla başlayan akılcılaşmanın zuhur etmesidir. Toureine’e göre modernist ideoloji aydınlanmayla birlikte yalnızca fikir alanında değil piyasa ekonomisinde de akılcılaşmayı zorunlu kıldı. Piyasa ekonomisi iktisadi akıl sayesinde kapitalizm biçimine büründü ve aklın araçsallaşması ivmelenmeye başladı. Böylece modernist ideoloji insanı baskılayan, sömüren, eşitsizliği körükleyen araçsal aklı yarattı ve akıl sayesinde dinsel olan yıkılsa da aklın kendisi dinselleştirildi.[3]

Aklın dinselleşmesi metaforu ile yüzümüzü Max Weber’e döndüğümüzde daha somut bir saptama olan “Protestan ahlakı” ile karşılaşırız. Yalnızca Touraine’nin değil, modernizm, aydınlanma ve kapitalizm bağlamı üzerine fikri incelemelerde bulunan tüm düşünürlerin yüzünü döndüğü Max Weber, kapitalizmin ruh halini çözümlediği, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı çalışmasında, bu yeni dönemin temel öğretisinin “yalnızca ticari zekâ” olduğunu belirtip, söz konusu “ticari zekânın” yalnızca kazanma amacına endekslendiğinin altını çizerken, yeni sistemin eski sistemle farkını da ortaya koyar:

Kazanmak, insanın yaşamının amacıdır, yoksa maddi yaşam gereksinimlerini karşılayacak amaç değildir. Bu ihtirassız duyguların bütünüyle ‘doğal’ olgular diyebileceğimiz olgulara anlamsız dönüşümü kapitalizmin, açık ve o kadar da mutlak temel bir ilkesidir. Bu ilke kapitalist etki altında olmayanlara yabancıdır.[4]

Fark, “büyünün bozulduğu” noktada kendini gösterir Weber’e göre. Kapitalist ilerleme, modernitenin aydınlanmacı yönüyle buluştuğu noktada eski çağlarda var olan “büyü” bozulmaya başlar ve “böylece kapitalizmin daha ileri düzeydeki gelişimi bilimsel ‘ilerlemeye’ duyulan bağlanma aracılığıyla dünyanın büyüsünün giderilmesi tamamlanmaktadır.”[5]

Bilimsel ilerlemeye duyulan bağlanma, eleştiri ve kuşkuculuğun yükselişini, keşifler yoluyla bilgi ve deneyimlerin çoğalımını sağlayarak eleştirel aklı yani moderniteyi yaygınlaştıran bir işleve bürünür. Aydınlanmayla vuku bulan eleştirel akıl, doğa ve toplum ilişkilerini dinsel buyruktan kurtararak bilinebilir hale getirir ve akli dönüşüm bilinemeyen doğayı ve insan ilişkilerini dönüştürerek egemen bir motif haline getirir. Modernizm, aklı, düşünce ve eylem düzleminde belirleyici bir kategori olarak egemen kılar. Düşünsel düzlemini aydınlanma değerlerinin, eylemsel düzlemini ise kapitalist birikimin ve çoğalımın oluşturduğu akılsallaşma durumunun, Weber’e göre epistemolojik anlamını aşan politik bir işlevi bulunmaktadır. Daha sonra Frankfurt okulunun da temel eleştirel momentini oluşturacak olan bürokratik, totaliter ulus devletlerin ortaya çıkması aklın araçsallaşmasının göstergeleri olarak ortaya çıkacaktır. Kapitalizm ve bilimsel bilgi süreçlerinin birbirine koşut olarak gelişme göstermesi ve kapitalizmin modernist aklının, mekanist, determinist dünya algısı ve pozitivist düşünceye ivme kazandırması, araç-amaç ilişkilerinde bir yer değişikliğine yol açmış ve araçsal akıl toplumsal baskı mekanizmalarının meşrulaştırılmasının zemini haline gelmiştir.

Hikmet Kıvılcımlı, feodalizmin bağrından çıkmış “ilerlemeci” yeni sınıfın ticari zekâlarına bakarak, “Cihan pazarı ve uzak dış ticaret kapitalizmi yaratır” diyordu. Bu temel belirlemeye bir kelime daha ekleyerek sonuç çıkarmak mümkün: “Cihan pazarı ve uzak dış ticaret moderniteyi, modernite ise kapitalizmi yaratır.” Kapitalizmin ise savaşlar ve yıkımlarla dolu insansız bir dünya yaratması kaçınılmazdır ve çok geçmeden bunu yaratmıştır da. Buna da modern kapitalizm diyeceğiz.

Modern aklın muhasarası


Marks burjuvazinin tarih sahnesine çıkışını feodal, ataerkil ilişkilere son vermesi nedeniyle devrimci bir rol olarak tanımlıyordu. Marks’ın bu iktisadi çözümlemesine koşut olarak Habermas’sa aydınlanma filozoflarının modernizm projesinin fikri yönünü olumlayan bir yaklaşım göstermekteydi. Habermas’a göre, “Onsekizinci yüzyılda Aydınlanma filozofları tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu… Condorcet’le aynı kafadan olan Aydınlanma düşünürleri, sanat ve bilimlerin; sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmayıp, dünyanın ve benliğin anlaşılmasını, ahlaki ilerlemeyi, kurumların haklılığını ve insanların mutluluğunu da sağlayabileceği yolundaki abartılı beklentilerini hala sürdürüyorlardı.” Bu saptamanın sonuna bir cümle daha ekliyordu Habermas ve “Yirminci yüzyıl bu iyimserliği darmadağın etti.”[6] Diyerek modernizmin yarattığı aklın iflasını onaylıyordu. Burjuvazi için “devrimci bir rol oynadı” saptamasını yapan Marks ise Habermas’a koşut olarak, devamında şunları söyleyecekti:

Burjuvazi tarihi bakımdan son derece devrimci bir rol oynamıştır. Nerede üste çıkmışsa ortada bütün feodal, ataerkil, asude ilişkilere son vermiştir. İnsanı “tabiiüstleri”ne bağlayan karmakarışık feodal bağları hoyratça koparıp atmış, insanla insan arasında yalın çıkar ve “peşin para” bağından başka hiçbir ilişki bırakmamıştır. Dini inancın, şövalye ruhunun gözü yaşlı adam duyarlılığının en yüce heyecanlarını bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur. Kişisel başarıyı değişim değerine dönüştürmüş, iptali gayri mümkün sayısız haklı özgürlüklerin yerine o yegâne, vicdansız özgürlüğü getirmiştir: Serbest Ticaret. Tek kelimeyle, dini ve siyasi aldatmacaların ardından gizli sömürünün yerine yalın, utanmasız, dolaysız ve gaddar sömürüyle geçirmiştir. (…) burjuvazi, dünya pazarını sömürerek her ülkede üretim ve tüketime ulusal bir karakter kazandırmıştır.[7]

Habermas, aydınlanma projesinin ve aynı anlama gelmek üzere modernizmin bitmediğini, aklın araçsal niteliğinin eleştirilerek sahiplenilmesi gerektiğini belirtirken Marks için kapitalizm çoktan hak ettiği yere; tarihin çöplüğüne atılmalıydı. Bugün gelinen noktada tarihin Habermas’ı değil ama Marks’ı haklı çıkarmış olduğuna tanık oluyoruz.

Modernist rasyonalite ya da aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin yarattığı toplumsal “düzenlenişin” Benjamin’in diliyse söyleyecek olursak, “barbarlık belgeleriyle” dolu olduğunu, bu durumun ise modern bir üretim biçimi olan kapitalizmin para kazanma amacının zorunlu, kaçınılmaz bir sonucu olduğunu imliyordu Marks. Habermas’ın, “eleştirilmesini” önerdiği aklın araçsal niteliği de kapitalist ilişkilerin zorunlu sonucundan başka bir şey değildi. Marks’ın yüzyılın başında gördüğü ve yabancılaşma ve fetişizm bağlamında ele aldığı kapitalist ilerlemenin akıldışı yönünü Alain Touraine, Anthony Giddens’tan yaptığı bir alıntıyla örtüştürür:

Modernliği bütünsel yönleriyle Anthony Giddens en iyi tanımlar; ona göre modernliğin dört yönü vardır; Sanayicilik, kapitalizm, savaşın sanayileşmesi ve toplumsal yaşamın tüm yönleriyle üretim ve denetim altında tutulmasıdır.[8]

Pozitivizmin ve determinizmin yarattığı toplumsal dönüşümün, aklı, toplumsal zenginliğin ve toplumsal kar’ın bir aracına dönüştürerek kapitalizmin payandası haline sokması Giddens’ı haklılaştıran bir sonuç haline gelir. Modernist akıl, yaşadığımız yüzyıla bakıldığında kapitalizmin can simidi haline gelmiş, yalnızca eleştirel işlevini kaybetmesine değil aynı zamanda totaliter rejimlerin doğmasına da yol açması anlamında akıldışılaşmıştır. Horkheimer, Adorno ve Benjamin gibi Frankfurt teorisyenlerinin akılcılaşmış ve aklın fethettiği bir dünyayı kriz olarak nitelemelerinin altında yatan da bu akıldışı durumdur. Faşizmin yükselişine ve sosyalizmin prestij kaybına bakarak aydınlanmanın yapısal olarak totaliter bir eğilime sahip olduğu çıkarsamasını yapan Frankfurt teorisyenleri haksız değillerdi. Kapitalizm ile faşizm arasındaki ilişkiye çubuk büken Horkheimer ve diğer Frankfurt’çular bunun nedeni olarak araçsal akla ve pozitivizmin yarattığı şeyleşme durumuna vurgu yaparak kapitalizm eleştirisi yapmakta da haksız değillerdi. Aklın şeyleştirici, aşırı nesnelleştirici özelliğine işaret eden Frankfurtçular bu aklın, verili olanı meşrulaştırıcı, olanı normalleştirici etkisinin altını çiziyorlardı.
                                                                                                          
Frankfurt Okulu için araçsal akıl sadece teknolojinin bir aracına dönüşmekle kalmamış aynı zamanda bürokratik zorbalığın ve toplumsal iktidarın da bir aracına dönüşmüştür… Aklın bu araçsallaşma süreci, aklın temel eleştirel işlevlerinden uzaklaşması, akılcılık krizidir. Ve bu kriz aydınlanmanın sonunu getirecektir. Çünkü bu araçsallaşmanın dönüştürdüğü dünya, bütün akılcı varsayımlarına karşın vaadlerinin tamamen tersine sonuçlar üretmiştir. Teknoloji, savaşlarda kullanılan, atom bombası olarak, kitlesel imha silahları olarak, gaz odaları olarak kullanılan bir ‘akıldışılık’dır. Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamaz ve bilim yapılamaz. Akıl artık irrasyoneldir.[9]
Doğrusu irrasyonel olan yalnızca modern aklın araçsal niteliğe bürünmesi değil, aklı araçsal kullanım ekseninde ele alan kapitalist pragmatizmdir. Modernist gelişim süreci içinde kapitalizm, aklı, ilerlemenin, toplumsal zenginliğin ve sistemin yeniden üretiminin hizmetine sokarak insanı nesneleştirmiş ve yıkımların temel müsebbibi olmuştur. Kapitalizmin zihinlerde yarattığı ilerleme ve aydınlanma masalı ideolojik bir muhasaradır ve bu durum, ikiz kardeş olan modern kapitalizmin geldiği en ileri noktadır: “insansız bir bilim, insansız bir akıl ve insansız bir dünya.”[10]





[1] K. Marks – F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çev: Ahmet Sarı, (İstanbul: Yorum Yayınları, 1993), s.42.
* Modernliğin tamamlanmadığını belirten Habermas, kavram olarak modernliğin daha önce başladığını, hatta modernliği Rönesansla başlatmanın tarihsel açıdan dar bir bakış olduğunu belirtir. Habermas’a göre modern kelimesi ilk kez 5. yüzyılda Hıristiyanların kendilerini Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için kullandıkları bir kavramdır ve kavram olarak kullanılmasını baz alsa da, o da modern kelimesini eskiden yeniye geçiş sürecini tanımlama anlamında ele almaktadır. [Jürgen Habermas, Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje, Postmodernizm, Der.: Necmi Zeka, (İstanbul: Kıyı Yayınları, 1990), s.31.]
[2] Abel Jeannıere, Modernite Nedir?, Modernite Versus Postmodernite, Der.: Mehmet Küçük, (Ankara: Vadi Yayınları, Nisan 2000), s.97.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, Çev: Hülya Tufan, (İstanbul: YKY, Mart 2002)
[4] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev: Zeynep Aruoba, (İstanbul: Hil Yayınları, 1985), s.42.
[5] Anthony Giddens, Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, Çev: Ahmet Çiğdem, (Ankara: Vadi Yayınları, Eylül 1999), s.56.
[6] J. Habermas, age. s.37-38.
[7] K.Marks-F.Engels, age. s.44-45.
[8] Alain Touraine, age. s. 44.
[9] Hüsamettin Çetinkaya, Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1995), s.209.

[10] Age. s.209.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder