Nuri Bilge Ceylan tuhaf bir yönetmen. Onu ilk
“Koza” adlı film ile tanıdık. Ardından gelen “Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı” ve
özellikle Cannes film festivali de dâhil pek çok festivalde ödüle boğulan
“Uzak” ve “Üç Maymun” filmleri ile sinema dünyasında adından söz ettirdi. Ama
bizden ziyade daha çok yurt dışında adından söz ettirdi.
Onun sinemasının nevi şahsına münhasır bir dili
ve biçemi var. Aslında “dili var” tabiri algı kalıplarımızı içinde her ne kadar
“konuşmakla” ilintili bir durum olsa da, Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde bunu
söylemek pek kolay değil. Zira onun sineması “konuşarak” değil de “susarak”
anlatanlardan müteşekkil dilsiz bir konuşanlar topluluğu; sıkıntılı, kasvetli,
puslu insanlar güruhu. Haliyle onun sinema dili için de aynı şeyi
söyleyebiliriz: sıkıntılı, kasvetli, puslu bir sinema Nuri Bilge Ceylan
sineması. Gitmek isteyip de gidemeyen, konuşmak isteyip de konuşamayan, gülmek
isteyip de gülemeyen, hatta ağlamak istese de bunu bile yapamayan, yaşama
“yabancı” kalmış mutsuz insanlar resmi geçit yapmaktadırlar onun sinemasında.
Nuri Bilge filmlerini izlediğimizde “şu varoluş denilen şey hakikaten sıkıntılı
bir şey midir?” diye iç çekmemek elde değil.
Bir Zamanlar Anadolu’da filmi aynı üsluba sahip
olsa da, durum biraz daha farklı. Fark şu ki, burada insanlar daha çok
“konuşuyor” ve sıkıntı, kasvet, bunalım, polisiye bir durum üzerine kurgulanmış
olaylar dizgesi zemininde vuku buluyor. Birazdan değineceğimiz, bu filmin diğer
filmlerinden ayrıldığı noktaya gelmeden önce şunu da söyleyelim ki, Nuri Bilge
Ceylan, merak olgusunu sanırım en çok bu filminde kullanıyor. Belki “Üç
Maymun”u da buraya yaklaştırabiliriz.
Ölüler
diyarı Anadolu…
Bir Zamanlar Anadolu’da bir cinayet öyküsü.
Hikâye yalın aslına bakılırsa. Anadolu’nun bir kasabasında bir cinayet
işlenmiştir. Cinayeti işleyen kişi bellidir lakin ölünün nereye gömüldüğü
belirsizdir. Katil (Fırat Tanış) ölüyü nereye gömdüğünü hatırlamamaktadır. Ya
da hatırlamak istememektedir. Ya da bilerek göstermeyi tercih etmemektedir.
İşte filmin en çarpıcı ve etkileyici yeri bu kısmı. Zira 2.30 dakikalık filmin
1.20 dakikası, katilin yeri göstermesi/gösterememesi/göstermek istememesi
eksenlerinde dolanıyor ve bu ana kadar olan her şey karanlıkta geçiyor.
Katilin ölüyü gömdüğü yeri itiraf ettiği an
henüz gece. İtiraf gerçekleştiği için sabah olacak ve domuz bağı ile bağlanmış
ölü, sanki gerçekler karanlığın örtüsüne gizlenmiş anlamını pekiştirircesine
hava aydınlandığında gömüldüğü yerden çıkarılacak. Öyle de oluyor. Sabah, ölü
gösterilen yerden çıkarılıyor. Ölü toprak altından çıkarılıyor fakat sır
çözülebilmiş değil. Nuri Bilge Ceylan, minimalist göstergelerle sır içine sır
katıyor.
Bu da Nuri Bilge Ceylan’ın bu filmini başka
türlü okumamıza olanak sağlıyor. Nuri Bilge Ceylan, estetik biçeminden taviz
vermeden son derece politik bir bağlam yaratarak, kendi filmografisinden de
ayrılıyor. Bu filmde “konuşan” yalnızca insanlar değil, filmin kendisi de
“konuşuyor.”
Peki neyi konuşuyor?
Malumun ilanıdır ki Anadolu topraklarının altı,
katilleri ile birlikte gün yüzüne çıkartılmayı bekleyen ölülerle dolu. Tıpkı
filmde cinayete kurban giden maktül gibi, kimliği belli olmayan binlerce ölünün
üstüne kurulu bir coğrafyada yaşıyoruz. Ve yine tıpkı filmde imlendiği gibi,
katilleri de, (filmdeki katil Fırat Tanış gibi) ya nereye gömdüklerini
hatırlamayan, hatırlamak istemeyen ya da hatırlamaktan bilerek imtina eden insanlardan
oluşuyor. Herkes katilin kim ya da kimler olduğunu biliyor ama bir anlamıyla da
bilmiyor, bilmezden geliniyor. Ülkenin, hala aydınlatılması gereken ve toprak
altından çıkarılmayı bekleyen ölüler ülkesi olduğu düşünüldüğünde, filmin
gösterge boyutuyla paralel bir yönü olduğu açığa çıkabiliyor. Film, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, ölü toprak altından çıkarılana kadar karanlıkta geçiyor. Bu
bir gösterge ise ve gösterge sosyolojik düzleme taşınacaksa şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Anadolu hala karanlıkta bir ülke.
Filmin konuştuğu salt bu değil tabi. Anlamlar,
göstergelerle birlikte derinlik kazanıyor ve geçmişte yaşanmış bir cinayet için
otopsi istemeyen savcı, öldürülen cesede otopsi yaparken, cesedin canlı canlı
gömüldüğünü rapor etmeyen doktor da, göstergeler silsilesi halinde suça iştirak
ediyor.
Belki de filmin en etkileyici, oldukça estetik
sahnelerinden biri tam da doktorun, maktülün canlı canlı gömüldüğü gerçeğini
sakladığı ve bunu yapmakla suça iştirak ettiği sahnedir. Otopsi yaptığı cesedin
kanı doktorun yüzüne sıçrar. Silmeye çalışsa da sıçrayan kan silinmez. Bunun
toplumsal göstergedeki izdüşümü alenidir aslında. Anadolu’da toprak altında
“belirsiz” faillerden dolayı yatan ölülerin kanları, suskunluğun yarattığı
ortaklıktan dolayı herkesin yüzüne sıçramıştır. Gece güne dönmeden de yüze
sıçrayan bu kanı silmek, temizlemek, aklanabilmek pek mümkün görünememektedir.
Nuri Bilge Ceylan bu türden bir okumaya açık son
derece çarpıcı bu filmiyle, kendi sinematografisi içinde bambaşka bir yerde
durmaktadır. Ve bu durduğu yer hiç de kötü bir yer değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder