“Ey vaiz-i riyakar
Kur’anı bilmiyorsun
Gel bizden anla zira
Kur’an kelamımızdır”
Böyle diyordu Harabi bir nefesinde. Bunun bin
yıllardan bu yana süren bir kelam savaşı olduğu belliydi bizim nezdimizde. Sizin
kelamınız ta kal-u beladan beri bir başkasını yok etmeyi vaaz ediyordu. Sesi soluğu,
dili kelamı, cemi cümlesi sizden başka olandı bu yok ettiğiniz. Biz bunu böyle
biliyoruz.
“Cümlemiz çarıklı, yoktur meslimiz. Münkire
karışmaz bizim aslımız” kavminden geliyorduk biz çünkü. Yârin yanağından gayrı her
şeyi bölüşmekti bizim kavmin sesi soluğu, dili kelamı. Münkire karışmış
aslınızla bunu anlamanız elbet mümkün değildi. Çünkü geçmişinize döndüğünüzde
arkanızda Muaviye vardı, Yezid vardı. Çölde susuz bırakmak vardı. Gelecekte ise
yakmak vardı. Çünkü sizin kelamınız geçmişten devralınmıştı ve yakmayı vaaz
ediyordu. Biz bunu böyle anlıyoruz.
“İdris terziliği icat etmeden, endazeden geçti
boynumuz bizim” diyordu bizim sesimiz ve sözümüz. Bu yüzden “Ey vaiz sen bize
vazedemezsin, çünkü her bir ilmin deryasıyız biz”le örülmüş dilimiz ve cümlemiz
vardı bizim. Bunlar sizde olmayan meziyetlerdi. Fıtratınız eksikse bu yüzdendi.
Zaten eksik bir fıtratla bu kelamı anlamanız pek olası değildi.
Başkasına kin ile korlanmış bir fıtratla baktığınızda endazeden boynunuzun geçeceğini sandınız. Bu yüzden siz, sizin dışınızda kalan kaç kelam varsa, kaç söz, kaç dil, kaç beden ve soluk varsa onu yakıp yok ettiniz. Yok ettiğinde varolan bir kavimden geliyorsunuz çünkü. Biz bunu böyle okuyoruz.
“Ey zahid,
getirmez seni Cennet’e
Aldığın
abdestle, bu savm ü salât
Gel bihüde yere
girme zahmete
Cübbeyi,
tespihi, seccadeyi at”
Siz bunu nasıl bilir, nasıl anlarsanız öyle
okuyun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder