2 Temmuz 2014 Çarşamba

Yanıyorsak bir nedeni var, yıkacaksak bir nedeni olacak!

“Ey vaiz-i riyakar
Kur’anı bilmiyorsun
Gel bizden anla zira
Kur’an kelamımızdır”


Böyle diyordu Harabi bir nefesinde. Bunun bin yıllardan bu yana süren bir kelam savaşı olduğu belliydi bizim nezdimizde. Sizin kelamınız ta kal-u beladan beri bir başkasını yok etmeyi vaaz ediyordu. Sesi soluğu, dili kelamı, cemi cümlesi sizden başka olandı bu yok ettiğiniz. Biz bunu böyle biliyoruz.

“Cümlemiz çarıklı, yoktur meslimiz. Münkire karışmaz bizim aslımız” kavminden geliyorduk biz çünkü. Yârin yanağından gayrı her şeyi bölüşmekti bizim kavmin sesi soluğu, dili kelamı. Münkire karışmış aslınızla bunu anlamanız elbet mümkün değildi. Çünkü geçmişinize döndüğünüzde arkanızda Muaviye vardı, Yezid vardı. Çölde susuz bırakmak vardı. Gelecekte ise yakmak vardı. Çünkü sizin kelamınız geçmişten devralınmıştı ve yakmayı vaaz ediyordu. Biz bunu böyle anlıyoruz.  


“İdris terziliği icat etmeden, endazeden geçti boynumuz bizim” diyordu bizim sesimiz ve sözümüz. Bu yüzden “Ey vaiz sen bize vazedemezsin, çünkü her bir ilmin deryasıyız biz”le örülmüş dilimiz ve cümlemiz vardı bizim. Bunlar sizde olmayan meziyetlerdi. Fıtratınız eksikse bu yüzdendi. Zaten eksik bir fıtratla bu kelamı anlamanız pek olası değildi. 


Başkasına kin ile korlanmış bir fıtratla baktığınızda endazeden boynunuzun geçeceğini sandınız. Bu yüzden siz, sizin dışınızda kalan kaç kelam varsa, kaç söz, kaç dil, kaç beden ve soluk varsa onu yakıp yok ettiniz. Yok ettiğinde varolan bir kavimden geliyorsunuz çünkü. Biz bunu böyle okuyoruz.

“Ey zahid, getirmez seni Cennet’e
Aldığın abdestle, bu savm ü salât
Gel bihüde yere girme zahmete
Cübbeyi, tespihi, seccadeyi at”

Siz bunu nasıl bilir, nasıl anlarsanız öyle okuyun…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder