30 Haziran 2014 Pazartesi

İki ayna arasında bir roman: Düş Kesiği

Görünürler âleminde sonsuz varoluşun görülebildiği tek evren aynalar evreni olsa gerek. Eğer iki ayna arasına bir cisim koyarsanız o cisim sonsuz bir varoluş içinde bulunur. Aynaya bakarsanız orada kendi imgenizi, yansımanızı görürsünüz. Ama eğer arkanıza bir ayna daha koyar ve iki ayna arasında yerinizi alırsanız imgeniz çoğalmaya ve sonsuzlaşmaya başlar. Ebedi çoğalım, iki ayna arasında kalmış cisimde somutlanır. Ayna, hem cismi ve hem de o cismin karşısındaki aynadaki yansımasını yansılar. Bu yansıma ilişkisi karşılıklı olduğunda cisim kendini sürekli üreten bir sonsuz döngüye uğrar. Ki cismin kendini parça parça çoğalttığı an bu andır. Buna bir emare daha eklemek gerekir. Söz konusu cisim sonsuz bir varoluşla vücut bulmasına rağmen diğer aynalarda görülen kendisi değildir. Ancak bu çoğalma esnasında bir süre sonra hangisinin gerçek hangisinin yansıma olduğu flulaşmaya ve gittikçe belirsizleşmeye başlar. Belli bir süre sonra da her şey birbirinin içine girer ve algı kalıpları hangisinin gerçek olduğundan arınarak illüzyon dünyasının içinde kaybolur.

Güray Süngü’nün Düş Kesiği romanı böyle bir roman aslında. Düş Kesiği, seçici kurulunda benim de yer aldığım[1], Kastamonu valiliğinin 5. Oğuz Atay roman ödülü yarışmasında bilindiği gibi en iyi roman seçildi. Doğrusu ilk okumaya başladığımda “hayatımı değiştiren” bir romandan ziyade, iyi ama rutin bir romanla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Bu düşüncemin değişmesi ise uzun sürmedi. Sayfalar ilerledikçe içinde kaybolduğum, dili ve biçemiyle beni sarmalayan ve özellikle kurgusuyla oldukça şaşırtan ve eğlendiren bir roman haline dönüştü.

Konusu aslında son derece basit. Belki sıradan bile diyebiliriz. Hanidir entelektüel sohbetlerin artık komikleşmiş repliği haline gelen şu meşhur “varoluşsal sıkıntı” romanın tematik dokusunu oluşturuyor. Bunu itinayla söylememin nedeni böyle rutin bir mevzunun çarpıcı ve usta işi bir kurguyla rutin dışı edebi bir nesne haline gelmiş olmasıdır. Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı, o halde söylenmiş sözleri farklı bir biçim-biçimde söylemek lazım gelir klişesinin iyi ve etkili bir örneğini oluşturuyor Düş Kesiği.

Düş Kesiği gibi bir roman hakkında varoluşsal sıkıntı dışında başka tanımsal/kavramsal tespitler de yapılabilir. Örneğin parçalanmış benliğin düş yoluyla kendini arama edimi gibi oldukça Freudyen, biraz Lacancı bir tanımlamaya sırtını dönmüyor roman. Zira adamımız, yani kahramanımız (ve yani yazarımız), gördüğü düşlerle benliğini kaybediyor. Sonra kaybolan benliğini, kendisi pek farkında değil ama aramaya başlıyor. Ya da yeniden tamamlamaya, tanımlamaya çalışıyor. Ya da tamamlamıyor da iyice parçalıyor. Sonra o parçaladığı benlikleri birbirleriyle karşılaştırarak parçalanmış bir bütün yaratıyor. Ben’likler, iki ayna arasındaki cisim gibi çoğalarak birbirinin içine giriyor. Sayfalar ilerledikçe kendini aradığının farkında olmadığını sandığımız kahramanımız yani yazarımız, ani bir ikinci tekil anlatımına girerek orada olduğunu, bir şeylerin farkında olduğunu okura fark ettiriyor.

Konu kurguyu nasıl besler?

Aslında bütün bu biçem edebi zarafet için değil kurguyu beslemek için yapılıyor. Ve bu yüzden konu, kurgunun zekice örülmesiyle daha etkili ve eğlenceli bir hale geliyor. Ne kurguyu konudan ne de konuyu kurgudan ayırabilmeniz olanaksız Düş Kesiği’nde.

Olay şu: Anlatıcı kahramanımız bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır ve rüyasında gördüğü kırmızı bir arabaya takmıştır kafayı. Bir de bir köpek öldüreceğini düşünmektedir ve bunun için doktora gitmiştir. Aslında bunların tümü gördüğü bir rüyadır ancak kendisi bunun rüya olup olmadığından o kadar da emin değildir. Karısı Z, bütün bunların yıllar önce gördüğü bir düş olduğunu bilmektedir ancak kocasını ikna edememektedir. Kahramanımız bir gün bir parkta yazar olduğunu söyleyen biri ile karşılaşır. Bu yazarın yazdığı romanlardan birinde ise kahraman bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır ve dahası onun kahramanı da bizim kahramanımız gibi kırmızı bir arabaya kafayı takmıştır. Hem de bir köpek öldüreceğini düşünmektedir.

Konu ve hikaye bu andan itibaren çoğalmaya başlar. Bir anda ayna karşısında kendini gören bir yazar imgesi çıkmıştır karşımıza. Kahramanımız aynada gördüğü imgenin kendisi olduğunu kurgusal düzlemde bilmiyor elbette ama okur anlamsal düzeyde biliyor. Aynı aksiyonun benzerini bir başka kişi ile daha yaşıyor kahramanımız. Benlik, konunun gelişimi itibariyle parçalanmaya başlarken kurgusal düzlemde parçalanan benlikler ilerleyen sayfalarda; üçüncü bölümde, ters yüz edilerek birbirleriyle tekrar karşılaştırılıyor. Kurgu, aynanın karşısındaki yazar-kahramanın arkasına bir ayna daha yerleştiriyor ve benlik çoğalıyor. İlk bölümde birinci tekil anlatımla parktaki yazarla karşılaşan kahramanımız, üçüncü bölümde bu kez yazar oluyor ve ikinci tekil anlatıma geçerek parkta bir kahramanla karşılaşıyor. Diyaloglar, anlatım aynı fakat anlatıcı farklı.

Böylece konunun kurguyu şekillendirdiği, kurgunun da konuyu beslediği eğlenceli, yer yer hınzır ve okuru belirsizlikler alemine; daha doğrusu iki ayna arasına hapseden ustaca bir romana imza atmış oluyor Güray Süngü. Kitabın tanıtımında isabetli bir biçimde yazıldığı gibi, “okuruyla uzlaşmaya pek niyetli olmayan” ve bu anlamıyla da Oğuz Atay ödülünü hak eden bir romanla karşılaşmış oluyor okur.


[1] Seçici kurulun diğer üyeleri: Semih Gümüş, Handan İnci, İbrahim Yıldırım, Mehmet Fatih Uslu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder