Görünürler âleminde sonsuz varoluşun
görülebildiği tek evren aynalar evreni olsa gerek. Eğer iki ayna arasına bir
cisim koyarsanız o cisim sonsuz bir varoluş içinde bulunur. Aynaya bakarsanız
orada kendi imgenizi, yansımanızı görürsünüz. Ama eğer arkanıza bir ayna daha
koyar ve iki ayna arasında yerinizi alırsanız imgeniz çoğalmaya ve
sonsuzlaşmaya başlar. Ebedi çoğalım, iki ayna arasında kalmış cisimde
somutlanır. Ayna, hem cismi ve hem de o cismin karşısındaki aynadaki
yansımasını yansılar. Bu yansıma ilişkisi karşılıklı olduğunda cisim kendini
sürekli üreten bir sonsuz döngüye uğrar. Ki cismin kendini parça parça
çoğalttığı an bu andır. Buna bir emare daha eklemek gerekir. Söz konusu cisim
sonsuz bir varoluşla vücut bulmasına rağmen diğer aynalarda görülen kendisi
değildir. Ancak bu çoğalma esnasında bir süre sonra hangisinin gerçek
hangisinin yansıma olduğu flulaşmaya ve gittikçe belirsizleşmeye başlar. Belli
bir süre sonra da her şey birbirinin içine girer ve algı kalıpları hangisinin
gerçek olduğundan arınarak illüzyon dünyasının içinde kaybolur.
Güray Süngü’nün Düş Kesiği romanı böyle bir roman aslında. Düş Kesiği, seçici kurulunda benim de yer aldığım[1],
Kastamonu valiliğinin 5. Oğuz Atay roman ödülü yarışmasında bilindiği gibi en
iyi roman seçildi. Doğrusu ilk okumaya başladığımda “hayatımı değiştiren” bir
romandan ziyade, iyi ama rutin bir romanla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm.
Bu düşüncemin değişmesi ise uzun sürmedi. Sayfalar ilerledikçe içinde
kaybolduğum, dili ve biçemiyle beni sarmalayan ve özellikle kurgusuyla oldukça
şaşırtan ve eğlendiren bir roman haline dönüştü.
Konusu aslında son derece basit. Belki
sıradan bile diyebiliriz. Hanidir entelektüel sohbetlerin artık komikleşmiş
repliği haline gelen şu meşhur “varoluşsal sıkıntı” romanın tematik dokusunu
oluşturuyor. Bunu itinayla söylememin nedeni böyle rutin bir mevzunun çarpıcı
ve usta işi bir kurguyla rutin dışı edebi bir nesne haline gelmiş olmasıdır.
Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı, o halde söylenmiş sözleri farklı bir
biçim-biçimde söylemek lazım gelir klişesinin iyi ve etkili bir örneğini
oluşturuyor Düş Kesiği.
Düş
Kesiği gibi bir roman
hakkında varoluşsal sıkıntı dışında başka tanımsal/kavramsal tespitler de
yapılabilir. Örneğin parçalanmış benliğin düş yoluyla kendini arama edimi gibi
oldukça Freudyen, biraz Lacancı bir tanımlamaya sırtını dönmüyor roman. Zira
adamımız, yani kahramanımız (ve yani yazarımız), gördüğü düşlerle benliğini
kaybediyor. Sonra kaybolan benliğini, kendisi pek farkında değil ama aramaya
başlıyor. Ya da yeniden tamamlamaya, tanımlamaya çalışıyor. Ya da tamamlamıyor
da iyice parçalıyor. Sonra o parçaladığı benlikleri birbirleriyle
karşılaştırarak parçalanmış bir bütün yaratıyor. Ben’likler, iki ayna
arasındaki cisim gibi çoğalarak birbirinin içine giriyor. Sayfalar ilerledikçe
kendini aradığının farkında olmadığını sandığımız kahramanımız yani yazarımız,
ani bir ikinci tekil anlatımına girerek orada olduğunu, bir şeylerin farkında
olduğunu okura fark ettiriyor.
Konu kurguyu nasıl besler?
Aslında bütün bu biçem edebi zarafet için
değil kurguyu beslemek için yapılıyor. Ve bu yüzden konu, kurgunun zekice
örülmesiyle daha etkili ve eğlenceli bir hale geliyor. Ne kurguyu konudan ne de
konuyu kurgudan ayırabilmeniz olanaksız Düş
Kesiği’nde.
Olay şu: Anlatıcı kahramanımız bir
şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır ve rüyasında gördüğü kırmızı
bir arabaya takmıştır kafayı. Bir de bir köpek öldüreceğini düşünmektedir ve
bunun için doktora gitmiştir. Aslında bunların tümü gördüğü bir rüyadır ancak
kendisi bunun rüya olup olmadığından o kadar da emin değildir. Karısı Z, bütün
bunların yıllar önce gördüğü bir düş olduğunu bilmektedir ancak kocasını ikna
edememektedir. Kahramanımız bir gün bir parkta yazar olduğunu söyleyen biri ile
karşılaşır. Bu yazarın yazdığı romanlardan birinde ise kahraman bir şirkette
güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır ve dahası onun kahramanı da bizim
kahramanımız gibi kırmızı bir arabaya kafayı takmıştır. Hem de bir köpek
öldüreceğini düşünmektedir.
Konu ve hikaye bu andan itibaren
çoğalmaya başlar. Bir anda ayna karşısında kendini gören bir yazar imgesi
çıkmıştır karşımıza. Kahramanımız aynada gördüğü imgenin kendisi olduğunu
kurgusal düzlemde bilmiyor elbette ama okur anlamsal düzeyde biliyor. Aynı
aksiyonun benzerini bir başka kişi ile daha yaşıyor kahramanımız. Benlik,
konunun gelişimi itibariyle parçalanmaya başlarken kurgusal düzlemde parçalanan
benlikler ilerleyen sayfalarda; üçüncü bölümde, ters yüz edilerek birbirleriyle
tekrar karşılaştırılıyor. Kurgu, aynanın karşısındaki yazar-kahramanın arkasına
bir ayna daha yerleştiriyor ve benlik çoğalıyor. İlk bölümde birinci tekil
anlatımla parktaki yazarla karşılaşan kahramanımız, üçüncü bölümde bu kez yazar
oluyor ve ikinci tekil anlatıma geçerek parkta bir kahramanla karşılaşıyor.
Diyaloglar, anlatım aynı fakat anlatıcı farklı.
Böylece konunun kurguyu şekillendirdiği,
kurgunun da konuyu beslediği eğlenceli, yer yer hınzır ve okuru belirsizlikler
alemine; daha doğrusu iki ayna arasına hapseden ustaca bir romana imza atmış
oluyor Güray Süngü. Kitabın tanıtımında isabetli bir biçimde yazıldığı gibi,
“okuruyla uzlaşmaya pek niyetli olmayan” ve bu anlamıyla da Oğuz Atay ödülünü
hak eden bir romanla karşılaşmış oluyor okur.
[1] Seçici kurulun diğer
üyeleri: Semih Gümüş, Handan İnci, İbrahim Yıldırım, Mehmet Fatih Uslu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder