Edebiyat eleştirisi ile uğraşan biri için Hasan
Ali Toptaş’ın edebi labirentinde dolaşmak hazla yoğrulmuş estetik bir
doğurganlık, okur için ise ifadesi pek mümkün olmayan büyük bir keyif ve edebi
bir hasbıhal olmalı.
Onun edebiyatını Penelope’nin Odiseus’a ördüğü
tüle benzetiyorum; okudukça sökülüyor. Ya da Toptaş’ın yazım üslubunu dikkate
alırsak, yazdıkça sökülüyor diyebiliriz. Bu da demek ki, artık yazdıkça kendi
kendini ören klasik anlatı, onunla birlikte başkalaştı. Şimdi şu paradoksu
kullanabiliriz; Hasan Ali Toptaş söküle söküle örülen bir edebi anlatılar
yumağı oluşturuyor.
Bu salt onun kurgu ustası olduğunu imlemez. Aynı
zamanda bu yazım stratejisi içinde okur da kendi kendini kurgulamaya,
başkalaşmaya, başka türlü bir okumaya, yazarla hasbıhal etmeye yöneliyor
anlamına gelir. Çünkü okurun karşısına okudukça sökülen, örgünün rehavete ulaştığını
düşündüğü anda bir daha sökülen ve artık iyiden iyiye sökülerek tamamlanması
mümkün olmayan döngüsel örgü metinler çıkıyor.
“Peki Hasan Ali Toptaş neden böyle metinler
kuruyor?” sorusunun cevabı onun örgü nesnelerinde gizli. Onun edebiyatına vakıf
olanlar için örgü nesneleri artık sır değil; varlık, yokluk, rüya ve hayal. Nesnesini
mistifike eden Toptaş öznesini de mistifike etmeyi seviyor. Onun kalemine aşina
olanlar için öznesi de biliniyor artık; imgeden imgeye sıçrayan zihni, masaldan
masala uzanan yoğun düş gücü ve rüyalar arasında seyreyleyen anlatı bütünlüğü. Daha
önce yine bu sayfalarda yazdığım Hasan Ali Toptaş külliyatını içeren bir
yazımda belirtmiştim. “Onun
kalemi kelimelerden kelimelere, zihni imgelerden imgelere, düş gücü masaldan
masala, epistemolojisi varlıkla yokluk arasında dolaşıyor. Öznesi ve nesnesi
müphem, bütünüyle gölgesiz, merkezsiz ve ontolojisiz edebi anlatılar içinde
dolaşıyor Toptaş.”
(Birikim, sayı 248, Aralık 2009)
Böylesi geniş bir sekans içine yerleştirilmiş ve
felsefi bir retoriğin edebi karşılığı olabilecek metinler karşısında keyif alan
edebiyat eleştirmeni ve okur hem güvende ama hem de bir o kadar sıkıntıda demektir.
Güvendedir, çünkü anlam deryası içinde kalan zihni sorularla, bu sorulara cevap
aradığı felsefi dokularla ve ele aldığı metni teorik yeniden okumayla meşgul
olacaktır. Sıkıntının başladığı yer biraz da burası tabi. O anlam deryası
içinde hangi damlanın ucundan tutup, nereye ulaşıp, metni hangi temelde yeniden
okuyacağına karar vermekte tereddüt içinde bırakabilir eleştirmen ve okuru.
Diğer
bütün romanları ve metinleri gibi Heba
da böylesi bir metin. Sonsuz ve sarmal bir devinim halinde kelime, cümle,
anlam ve dil örgüsü ile söküle söküle örülen, rüya ve hayallerden müteşekkil
bitimsiz bir roman Heba.
Heba
seyahatnamesi
Heba’da her şey romanın baş kişisi
Ziya’nın gerçek bir mekan içinde (apartman) gerçeklik algısını kıracak
boyutlarda tedirgin edici, sıkıntılı ve kasvetli durumlar yaşamasıyla başlıyor.
İlk bölümdeki bu anlatı o kadar gerçek bir düzlem üzerine kurulmuştur ki,
gerçek ve gerçek dışı olan iç içe geçip kaynaşarak kendine özgü bir fantazma
dünyası yaratır. Bir anlamıyla rüya olamayacak kadar gerçek fakat gerçek
olamayacak kadar hayalvari, bilinçdışı bir durumdur burada yaşananlar. Bu
bilinçdışı bölümdeki anlatıya göre Ziya büyükşehirden çıkıp (aslında kaçıp)
huzuru bulacağını düşündüğü bir köye yerleşmeye karar vermiştir. Çünkü
büyükşehir “günden güne çürüyen,
çürüdükçe zıvanadan çıkan, pis kokulu, sevgisiz bir hayat”tır. Bu anlamıyla
bakıldığında Ziya, ismiyle müsemma bir biçimde varolma savaşı vermeye karar
vermiş, ışığı da ilk kendine çevirmiştir. Bu tuhaf bölüm Ziya’nın asansör
boşluğuna düşmesiyle biter. Asansör boşluğu bir anlamıyla hem Ziya’nın
karanlığını ve ileride içine düşeceği boşluğu ve hem de okurun önsezilerini
besleyen bir gösteren işlevi görür.
İkinci bölüm Ziya’nın uyanışıyla açılır. Gördüğü
tüm tuhaflıkların rüya olduğunu anladığımız yerdir bu bölüm. Anlatının
merkezini yitirdiği, okuru rüya ve hayallerle örülü hikâye adacıklarında edebi
bir seyahate çıkardığı yer bundan sonra başlar. Anlatı zaman ve mekanları
ritmik bir biçimde birbirine teğellenerek tematik ve anlamsal bir ortaklaşma
yaşanır ama roman analepsist ve metalepsist bir düzlemde, zamandan zamana,
mekandan mekana atlayarak merkezsizleşmeye doğru evrilir. Örüldükçe sökülen
tabirinin denk düştüğü yer bir yönüyle burasıdır. Ziya’nın bilinci artık rüya
ile gerçek arasında dolaştıkça, okur da gerçek ve rüyanın sarmal bir döngü
halinde iç içe geçtiği anlatıda tıpkı Ziya gibi kaybolmaya başlar.
Bir rüyadan uyanan Ziya buradan çocukluğuna;
geçmişe doğru gider. Ama anlatı o kadar fantastik ve yine bir o kadar gerçek
düzlemde kurulmuştur ki anlatının bundan sonrasının da rüya mı yoksa gerçek mi
olduğu bulanıklaşmaya başlar. Bölümün adının “Rüya” olduğu düşünülürse, bu
gördüğünün rüya içinde rüya olduğu sonucunu çıkarmak olasıdır. Bölümün sonuna
kadar okuru tereddütte bırakan yazar bölümün sonunda okuru rahatlatır. İlk
baştaki rüyada yerleşeceğini gördüğü köy ve rüyadan uyanıp geçmişin hayallerini
görmeye başladığı yer zaten çoktan gelip yerleşmiş olduğu bu köydür. Ya da öyle
zannedilir. Ya da yazar öyle zannedilsin diye kurgunun kapısını hafiften açık
bırakır.
Çünkü örgü bundan sonra tekrar sökülmeye
başlayacak, Ziya hayal ve rüya eksenli gezilerine, yazar da Ziya üzerinden
anlatısına devam edecektir. Ziya’nın o köye nasıl ve neden yerleşmeye karar
verdiğini anlatmaya başlayan yazar, bir köy romanı okuyacağını düşünen okuru
başka anlatılara doğru peşinden sürükler. Ziya’nın çocukluğuna, oradan
askerliğine, askerde tanıştığı ve kadim dost olduğu Kenan’ın, köyünü sanki
cenneti anlatıyormuşçasına Ziya’yı özendirmesine, askerden uzun yıllar sonra
Ziya’nın gelip o köye yerleşmesine doğru söküle söküle örülen romanın içinde
okur da merkezini yitirmeye başlar. Söküme uğraya uğraya gelen anlatı, bu kez
Ziya’nın geldiği köyün başkalaştığı, şehir kültürüyle örüldüğü farklı bir köy
olarak çıkacaktır okurun karşısına. Bunu anladığımızda, ilk baştaki rüyada
uyandığı köyün zaten başkalaşmış bir köy olduğuyla birbirine bağlanır böylece
anlatı.
Ya da yine öyle zannedilir. Bu kez yazar tam da
öyle zannedilsin ve asıl sürprizle karşılaştığında okurun zihnindeki anlam bir
daha sökülsün diye kapı daha bir kapatılır. Çünkü romanın böyle bir söküm ile
örülüp, anlatının nihayete erdiğini düşünen okur için yeni bir örgü daha atılır.
Belki de romanın en çarpıcı ve en şaşırtıcı yeri burasıdır. Burayı askıda
bırakıp merakı diri tutma adına geçelim ve nihayetinde çok iyi kurulmuş bir
roman-anlatı içinde var olmaya (ve belki de başkalarını da var etmeye) çalışan
Ziya’nın o çabasının heba olduğunun altını çizelim.
Heba’nın tözü
Heba’yı yazarın diğer romanlarından
ayıran bir özellik var. Uykuların Doğusu,
Gölgesizler
ve Bin Hüzünlü Haz bir yönüyle
yokluğun odağa alındığı, yokluğu varlık koşulları içinde eşeleyip var etmeye
çalıştığı ama var edemediği anlatılar toplamıydı. Bir yönüyle Lyotard’ın başka
bir bağlamda dile getirdiği, “gösterilemezin varolduğunu hissettirmek”
tespitinin edebi izdüşümleri bağlamında okunabilir metinlerdi.
Heba bunlardan öznesi ve
nesnesi belli olmasıyla ayrılıyor. Diğer romanlarındaki bağlam tematik olarak Heba’da da var ama burada biraz ters
işliyor. Ters olan nedir? Bu kez yokluk anlatılmıyor (ya da odağa yokluk
alınmıyor) da, varlığın yokluk içinde heba olması ya da koşullardan dolayı
(sistemsel, ahlaki, toplumsalın kötürümleşmesi gibi) heba edilmesi anlatılıyor diyebiliriz
biz buna.
Bir kere bu romanda romanın asal kişisi Ziya, “var”
bir kahramandır; öznedir. Ne Bin Hüzünlü
Haz’daki Alaaddin, ne Gölgesizler’deki
Cıngıl Nuri ne de Uykuların Doğusu’ndaki
Haydar gibi gölgesiz, müphem, yok bir “var” karakter değildir. Onlar bir
yönüyle varlığın içinde özne olamayan kayıp nesnelerdi. Ziya bunlardan farklı
olarak, kendi başına özne olmanın dışında bizatihi varlığın/varolmanın
kendisine ışık olabilecek bir öznedir hatta.
Kendisi var olduğu için etrafındakileri de var etmeye çalışır. En
azından romanın son bölümü Fena’ya kadar bunun gerçekliğine inandırır bizi
yazar.
Ziya vardır var olmasına ama olumsuzluklar
içinde vardır. Karısını bombalı bir saldırıda kaybetmesi, şehir yaşamının
sıkıcılığından muzdarip olması onun varlığını ya da var olma isteğini tehlikeye
atan durumlardır. Hayatın onu olumsuzlayan tüm yönlerinden kaçıp kendine,
kendini var etmeye doğru yöneldiği yer bir köydür. Ama elbette hayat onun için
heba olmuş bir serüvendir. Bir yönüyle kaybetmiş bir tutunamayan gibi heba
olmuş yaşamın içinde yine de var olmak ister. Gerçekte hiç var olamadığı ve
tutunamadığı için rüyalar ve hayaller onun kaçış noktalarıdır. Ziya bir özne
ise, nesnesi rüya ve hayallerdir. Oğuz Atay’ın Coşkun Ermiş’i gibidir ama
oyunlarla değil rüya ve hayal oyunlarıyla yaşar. Rüya ve hayallerle var olması,
varoluş sorununu rüya ve hayaller içinde çözmeye çalışması da bu yönüyle bir
varoluş problemidir ve semantiktir. Ziya için her şey artık rüyalardan ibaret
olduğu için bir simülasyon dünyası içindedir. Bilinmezdir ya da sanrıdır.
Köyüne yerleştiği Kenan’a “belki de
gerçek rüya burada oluşumdur, bilemiyorum” demesi yaşadığı simülasyonun
gerçek bir kesitidir. Bu yüzden paradokslar içinde kendi karanlık dünyasına
eklemlenir. Çünkü kaçtığı ve kurtuluş ümidini taşıdığı köy bir başkalaşma
yaşamaktadır ve bu durum Ziya’nın tükendiği de bir noktadır.
Bu durumda Heba’nın tözüne ilişkin şunu
söyleyebiliriz artık; Heba rüya bir
metindir. Rüyalardan söküle söküle örülmüş bir kurmaca metin hatta. O tözü
biraz daha komplike hale getirebilir, daha da sökerek analiz edebiliriz. Rüya
içinde rüya gören, gördüğü o rüyanın da bilincinde olan, sonra rüya içinde
başka rüyalara yelken açıp, o rüyanın gerçekliğine inanan, inandığı o gerçeklik
içinde hayaller görmeye başlayan ve sonra gördüğü o hayalin de bir rüya
olduğunu fark edip heba olan Ziya’nın varol(ama)ma trajedisidir Heba.
Ama
töze ilişkin bir vurguyu daha hak ediyor roman: Bir kurmaca metin ve kurmaca
karakter ne kadar trajik olabilirse o kadar trajiktir Heba ve Ziya. Bu durumun nasıl ustalıklı bir kurguyla örülüp, okuru
kontrpiyede bıraktığını anlamak için romanın son cümlesini görmek gerekiyor.
Çünkü bunu gördüğünde Hasan Ali Toptaş’ın ne kadar oyunbaz olduğunu da
görecektir okur.
Nisan 2013
(Birikim Dergisi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder