26 Haziran 2014 Perşembe

VARLIĞIN RÜYA İÇİNDE YOKLUĞA DÖNÜŞTÜĞÜ KARANLIK BİR ANLATI: HEBA

Edebiyat eleştirisi ile uğraşan biri için Hasan Ali Toptaş’ın edebi labirentinde dolaşmak hazla yoğrulmuş estetik bir doğurganlık, okur için ise ifadesi pek mümkün olmayan büyük bir keyif ve edebi bir hasbıhal olmalı.
Onun edebiyatını Penelope’nin Odiseus’a ördüğü tüle benzetiyorum; okudukça sökülüyor. Ya da Toptaş’ın yazım üslubunu dikkate alırsak, yazdıkça sökülüyor diyebiliriz. Bu da demek ki, artık yazdıkça kendi kendini ören klasik anlatı, onunla birlikte başkalaştı. Şimdi şu paradoksu kullanabiliriz; Hasan Ali Toptaş söküle söküle örülen bir edebi anlatılar yumağı oluşturuyor.
Bu salt onun kurgu ustası olduğunu imlemez. Aynı zamanda bu yazım stratejisi içinde okur da kendi kendini kurgulamaya, başkalaşmaya, başka türlü bir okumaya, yazarla hasbıhal etmeye yöneliyor anlamına gelir. Çünkü okurun karşısına okudukça sökülen, örgünün rehavete ulaştığını düşündüğü anda bir daha sökülen ve artık iyiden iyiye sökülerek tamamlanması mümkün olmayan döngüsel örgü metinler çıkıyor.
“Peki Hasan Ali Toptaş neden böyle metinler kuruyor?” sorusunun cevabı onun örgü nesnelerinde gizli. Onun edebiyatına vakıf olanlar için örgü nesneleri artık sır değil; varlık, yokluk, rüya ve hayal. Nesnesini mistifike eden Toptaş öznesini de mistifike etmeyi seviyor. Onun kalemine aşina olanlar için öznesi de biliniyor artık; imgeden imgeye sıçrayan zihni, masaldan masala uzanan yoğun düş gücü ve rüyalar arasında seyreyleyen anlatı bütünlüğü. Daha önce yine bu sayfalarda yazdığım Hasan Ali Toptaş külliyatını içeren bir yazımda belirtmiştim. Onun kalemi kelimelerden kelimelere, zihni imgelerden imgelere, düş gücü masaldan masala, epistemolojisi varlıkla yokluk arasında dolaşıyor. Öznesi ve nesnesi müphem, bütünüyle gölgesiz, merkezsiz ve ontolojisiz edebi anlatılar içinde dolaşıyor Toptaş.” (Birikim, sayı 248, Aralık 2009)
Böylesi geniş bir sekans içine yerleştirilmiş ve felsefi bir retoriğin edebi karşılığı olabilecek metinler karşısında keyif alan edebiyat eleştirmeni ve okur hem güvende ama hem de bir o kadar sıkıntıda demektir. Güvendedir, çünkü anlam deryası içinde kalan zihni sorularla, bu sorulara cevap aradığı felsefi dokularla ve ele aldığı metni teorik yeniden okumayla meşgul olacaktır. Sıkıntının başladığı yer biraz da burası tabi. O anlam deryası içinde hangi damlanın ucundan tutup, nereye ulaşıp, metni hangi temelde yeniden okuyacağına karar vermekte tereddüt içinde bırakabilir eleştirmen ve okuru.
Diğer bütün romanları ve metinleri gibi Heba da böylesi bir metin.  Sonsuz ve sarmal bir devinim halinde kelime, cümle, anlam ve dil örgüsü ile söküle söküle örülen, rüya ve hayallerden müteşekkil bitimsiz bir roman Heba.

Heba seyahatnamesi
Heba’da her şey romanın baş kişisi Ziya’nın gerçek bir mekan içinde (apartman) gerçeklik algısını kıracak boyutlarda tedirgin edici, sıkıntılı ve kasvetli durumlar yaşamasıyla başlıyor. İlk bölümdeki bu anlatı o kadar gerçek bir düzlem üzerine kurulmuştur ki, gerçek ve gerçek dışı olan iç içe geçip kaynaşarak kendine özgü bir fantazma dünyası yaratır. Bir anlamıyla rüya olamayacak kadar gerçek fakat gerçek olamayacak kadar hayalvari, bilinçdışı bir durumdur burada yaşananlar. Bu bilinçdışı bölümdeki anlatıya göre Ziya büyükşehirden çıkıp (aslında kaçıp) huzuru bulacağını düşündüğü bir köye yerleşmeye karar vermiştir. Çünkü büyükşehir “günden güne çürüyen, çürüdükçe zıvanadan çıkan, pis kokulu, sevgisiz bir hayat”tır. Bu anlamıyla bakıldığında Ziya, ismiyle müsemma bir biçimde varolma savaşı vermeye karar vermiş, ışığı da ilk kendine çevirmiştir. Bu tuhaf bölüm Ziya’nın asansör boşluğuna düşmesiyle biter. Asansör boşluğu bir anlamıyla hem Ziya’nın karanlığını ve ileride içine düşeceği boşluğu ve hem de okurun önsezilerini besleyen bir gösteren işlevi görür.
İkinci bölüm Ziya’nın uyanışıyla açılır. Gördüğü tüm tuhaflıkların rüya olduğunu anladığımız yerdir bu bölüm. Anlatının merkezini yitirdiği, okuru rüya ve hayallerle örülü hikâye adacıklarında edebi bir seyahate çıkardığı yer bundan sonra başlar. Anlatı zaman ve mekanları ritmik bir biçimde birbirine teğellenerek tematik ve anlamsal bir ortaklaşma yaşanır ama roman analepsist ve metalepsist bir düzlemde, zamandan zamana, mekandan mekana atlayarak merkezsizleşmeye doğru evrilir. Örüldükçe sökülen tabirinin denk düştüğü yer bir yönüyle burasıdır. Ziya’nın bilinci artık rüya ile gerçek arasında dolaştıkça, okur da gerçek ve rüyanın sarmal bir döngü halinde iç içe geçtiği anlatıda tıpkı Ziya gibi kaybolmaya başlar.
Bir rüyadan uyanan Ziya buradan çocukluğuna; geçmişe doğru gider. Ama anlatı o kadar fantastik ve yine bir o kadar gerçek düzlemde kurulmuştur ki anlatının bundan sonrasının da rüya mı yoksa gerçek mi olduğu bulanıklaşmaya başlar. Bölümün adının “Rüya” olduğu düşünülürse, bu gördüğünün rüya içinde rüya olduğu sonucunu çıkarmak olasıdır. Bölümün sonuna kadar okuru tereddütte bırakan yazar bölümün sonunda okuru rahatlatır. İlk baştaki rüyada yerleşeceğini gördüğü köy ve rüyadan uyanıp geçmişin hayallerini görmeye başladığı yer zaten çoktan gelip yerleşmiş olduğu bu köydür. Ya da öyle zannedilir. Ya da yazar öyle zannedilsin diye kurgunun kapısını hafiften açık bırakır.
Çünkü örgü bundan sonra tekrar sökülmeye başlayacak, Ziya hayal ve rüya eksenli gezilerine, yazar da Ziya üzerinden anlatısına devam edecektir. Ziya’nın o köye nasıl ve neden yerleşmeye karar verdiğini anlatmaya başlayan yazar, bir köy romanı okuyacağını düşünen okuru başka anlatılara doğru peşinden sürükler. Ziya’nın çocukluğuna, oradan askerliğine, askerde tanıştığı ve kadim dost olduğu Kenan’ın, köyünü sanki cenneti anlatıyormuşçasına Ziya’yı özendirmesine, askerden uzun yıllar sonra Ziya’nın gelip o köye yerleşmesine doğru söküle söküle örülen romanın içinde okur da merkezini yitirmeye başlar. Söküme uğraya uğraya gelen anlatı, bu kez Ziya’nın geldiği köyün başkalaştığı, şehir kültürüyle örüldüğü farklı bir köy olarak çıkacaktır okurun karşısına. Bunu anladığımızda, ilk baştaki rüyada uyandığı köyün zaten başkalaşmış bir köy olduğuyla birbirine bağlanır böylece anlatı.
Ya da yine öyle zannedilir. Bu kez yazar tam da öyle zannedilsin ve asıl sürprizle karşılaştığında okurun zihnindeki anlam bir daha sökülsün diye kapı daha bir kapatılır. Çünkü romanın böyle bir söküm ile örülüp, anlatının nihayete erdiğini düşünen okur için yeni bir örgü daha atılır. Belki de romanın en çarpıcı ve en şaşırtıcı yeri burasıdır. Burayı askıda bırakıp merakı diri tutma adına geçelim ve nihayetinde çok iyi kurulmuş bir roman-anlatı içinde var olmaya (ve belki de başkalarını da var etmeye) çalışan Ziya’nın o çabasının heba olduğunun altını çizelim.

Heba’nın tözü
Heba’yı yazarın diğer romanlarından ayıran bir özellik var. Uykuların Doğusu, Gölgesizler ve Bin Hüzünlü Haz bir yönüyle yokluğun odağa alındığı, yokluğu varlık koşulları içinde eşeleyip var etmeye çalıştığı ama var edemediği anlatılar toplamıydı. Bir yönüyle Lyotard’ın başka bir bağlamda dile getirdiği, “gösterilemezin varolduğunu hissettirmek” tespitinin edebi izdüşümleri bağlamında okunabilir metinlerdi. 
Heba bunlardan öznesi ve nesnesi belli olmasıyla ayrılıyor. Diğer romanlarındaki bağlam tematik olarak Heba’da da var ama burada biraz ters işliyor. Ters olan nedir? Bu kez yokluk anlatılmıyor (ya da odağa yokluk alınmıyor) da, varlığın yokluk içinde heba olması ya da koşullardan dolayı (sistemsel, ahlaki, toplumsalın kötürümleşmesi gibi) heba edilmesi anlatılıyor diyebiliriz biz buna.
Bir kere bu romanda romanın asal kişisi Ziya, “var” bir kahramandır; öznedir. Ne Bin Hüzünlü Haz’daki Alaaddin, ne Gölgesizler’deki Cıngıl Nuri ne de Uykuların Doğusu’ndaki Haydar gibi gölgesiz, müphem, yok bir “var” karakter değildir. Onlar bir yönüyle varlığın içinde özne olamayan kayıp nesnelerdi. Ziya bunlardan farklı olarak, kendi başına özne olmanın dışında bizatihi varlığın/varolmanın kendisine ışık olabilecek bir öznedir hatta.  Kendisi var olduğu için etrafındakileri de var etmeye çalışır. En azından romanın son bölümü Fena’ya kadar bunun gerçekliğine inandırır bizi yazar.
Ziya vardır var olmasına ama olumsuzluklar içinde vardır. Karısını bombalı bir saldırıda kaybetmesi, şehir yaşamının sıkıcılığından muzdarip olması onun varlığını ya da var olma isteğini tehlikeye atan durumlardır. Hayatın onu olumsuzlayan tüm yönlerinden kaçıp kendine, kendini var etmeye doğru yöneldiği yer bir köydür. Ama elbette hayat onun için heba olmuş bir serüvendir. Bir yönüyle kaybetmiş bir tutunamayan gibi heba olmuş yaşamın içinde yine de var olmak ister. Gerçekte hiç var olamadığı ve tutunamadığı için rüyalar ve hayaller onun kaçış noktalarıdır. Ziya bir özne ise, nesnesi rüya ve hayallerdir. Oğuz Atay’ın Coşkun Ermiş’i gibidir ama oyunlarla değil rüya ve hayal oyunlarıyla yaşar. Rüya ve hayallerle var olması, varoluş sorununu rüya ve hayaller içinde çözmeye çalışması da bu yönüyle bir varoluş problemidir ve semantiktir. Ziya için her şey artık rüyalardan ibaret olduğu için bir simülasyon dünyası içindedir. Bilinmezdir ya da sanrıdır. Köyüne yerleştiği Kenan’a “belki de gerçek rüya burada oluşumdur, bilemiyorum” demesi yaşadığı simülasyonun gerçek bir kesitidir. Bu yüzden paradokslar içinde kendi karanlık dünyasına eklemlenir. Çünkü kaçtığı ve kurtuluş ümidini taşıdığı köy bir başkalaşma yaşamaktadır ve bu durum Ziya’nın tükendiği de bir noktadır.
Bu durumda Heba’nın tözüne ilişkin şunu söyleyebiliriz artık; Heba rüya bir metindir. Rüyalardan söküle söküle örülmüş bir kurmaca metin hatta. O tözü biraz daha komplike hale getirebilir, daha da sökerek analiz edebiliriz. Rüya içinde rüya gören, gördüğü o rüyanın da bilincinde olan, sonra rüya içinde başka rüyalara yelken açıp, o rüyanın gerçekliğine inanan, inandığı o gerçeklik içinde hayaller görmeye başlayan ve sonra gördüğü o hayalin de bir rüya olduğunu fark edip heba olan Ziya’nın varol(ama)ma trajedisidir Heba.
Ama töze ilişkin bir vurguyu daha hak ediyor roman: Bir kurmaca metin ve kurmaca karakter ne kadar trajik olabilirse o kadar trajiktir Heba ve Ziya. Bu durumun nasıl ustalıklı bir kurguyla örülüp, okuru kontrpiyede bıraktığını anlamak için romanın son cümlesini görmek gerekiyor. Çünkü bunu gördüğünde Hasan Ali Toptaş’ın ne kadar oyunbaz olduğunu da görecektir okur.
Nisan 2013
(Birikim Dergisi)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder