‘Kitab-ı Zuhur’, uzun süredir tiyatro ve
edebiyat eleştirisi ile uğraşan Bülent Yıldız’ın ilk kitabı. ‘Kitab-ı Zuhur’,
bir romanı okurken alışageldiğimiz sürüklenme, kendini kaptırma ve rahatlama
hissini yaşatmıyor okura. Aksine okur sürekli uyanık olma, metni ve kurmacayı
çözmeye çalışma uğraşısı içinde biraz da yorucu bir eyleme çekiliyor.
Bülent Yıldız’ın tiyatro geçmişi de
düşünüldüğünde, metni kurarken tam bir yabancılaştırma tekniği uyguladığını ve
bunu geniş anlamda ele aldığını belirtmek gerekiyor. Öyle ki ne yazarla ne
kahramanlarla ne de anlatılan ve kat kat açılan olaylar örgüsüyle özdeşleşmek
mümkün olmuyor. Yazar tekil değil, tepede durmuyor, kalemi birbirine devreden,
yazarın belirsizleştiği ve çoğullaştığı bir kurgu söz konusu.
Bu durumda yazarın yarattığı ve sorumluluğu ona
ait olan dünyada rahatça gezinemediğiniz ve yazarın kurucu otoritesine
güvenemediğiniz gibi, kimin yazan, kimin yaşayan, yani kimin yazar kimin
kahraman olduğunu da tam olarak kestiremiyorsunuz. Kahramanlar da, oluşturulan kurgu
içinde yazma etkinliğinin bir parçasına dönüşmüş olduğundan onlarla da bir
yabancılaşmayı yaşamak durumunda kalıyorsunuz. Bülent Yıldız belki de şunları
diyor: Yazar aslında kahramanın kendisidir, çünkü herkes kendi hayatının
kahramanıdır. Ne yazarları ne de kahramanları abartmaya gerek yok, çünkü ölüm
ve nihai son aslında her şeyin kurmaca olduğunu kanıtlayan tek gerçektir.
Bu açıdan ‘Kitab-ı Zuhur’, rahatlatmayan bir
kitap.
Bülent Yıldız, bu kitapta kurmaca tekniğini en
üst sınırlarına kadar zorlarken, klasik giriş-gelişme-sonuç dizgesini de altüst
etmiş. Olayların nerede başlayıp bittiği kimi zaman belirsizleşse de, kitabın
sağlam örgüsü bu tekniği bir noktadan sonra eğlenceli hale getiriyor. Hayat
gibi iç içe geçen, belirsizlikler ve olasılıklarla örülü, birbirinden
koparılamayan öğelerden kurulu, çoğul ve kollektif bir edebi yapıyla karşı
karşıya kalmak sık rastladığımız bir durum olmasa gerek.
Bir kitabı bitirdiğinizde bazen zihniniz onu
yazmaya ya da yaşamaya devam eder. Son sayfayı okuyup bitirdiğimde, kitapta
geçen “Onlara mezar kazıcılar diyorlardı…” sözü zihnimde yankılanıp duruyordu.
Kitabın bir derdi vardı. Anlatım tekniği ve kurgunun okuru yönelttiği zorlu yol
bir yana, içerik olarak da okuru vicdanıyla ve yaşadığı ortamla hesaplaşmaya iten,
okurken sorgulatan niteliği hemen göze çarpıyordu.
Bülent Yıldız’ın metamorfik olarak kurduğu Ta
ülkesi, onun kurucusu ulu Ta, Ta’nın diktiği aşılmaz duvar ve üzerine çizilmiş
bulunan ısıtmayan yalancı Güneş, emirleri yüce Ta kurullarından alan gayri resmi
mezar kazıcılarının düzeni korumak adına giriştiği cinayetler, faili meçhuller,
işkenceli sorgular, kayıplar… Onları ikiyüzlüce koruyan bürokrasi kademesi,
resmi görevliler, siyasetçiler… Dördüncü Yön insanlarının haklarını savunan
Dörtduvarcılar ve onlarla ittifak halinde, muhalefetin bir parçasını oluşturan
OrtakDünyacılar… Ulu Ta ülkesine kurban edilen nice genç insan… Her şey ne
kadar da tanıdıktı. Bunları düşünürken, bir taraftan da günün haberlerine göz
gezdirmek istedim. Radikal gazetesinin 27 Temmuz tarihli sayısında “TİM 3:
İşkencesi Ünlü Masa” başlığı altında, “Sedat Selim Ay’ın İstanbul Terörle
Mücadele sorumluluğuna atanması, 90’larda Tim 3’le anılan birçok işkence
vakasını hatırlattı” cümlesi, bir anda ‘Kitab-ı Zuhur’un, adeta gerçek hayata zuhur
etmesine neden oldu.
Bülent Yıldız kitabında ülkenin siyasi geçmişine
ve acılı tarihine değinirken, yine yabancılaştırma tekniğini uygulamış.
Olayları yeni isimler ve kavramlar türeterek anlatmayı tercih etmiş, ancak bu
teknikle sizi olaylara dışarıdan bakmaya davet ettiğinde bile onları ruhunuzda
hissettirebilmeyi başarabilecek kadar da yetkin. Kaldı ki işkencecilerin
isminin o ya da bu olması, dünyanın o ya da bu köşesinde yaşanması neyi
değiştirir ki? Egemenler, tarihin her döneminde insan hayatlarını “teferruat”a
indirgeyen “yüce” idealler icat edebildiler. Herhalde edebiyat, insanın sözle
yapılabilen en rafine savunusu hâlâ…
(10/08/2012 tarihinde Sibel Öz’ün yazdığı,
Radikal Kitap’ta çıkan yazı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder