“Murdar
ölmek değil bizim huyumuz” (Aşık Seyrani)
Kerbela çöllerinde imam Hüseyin’in
ailesi ve arkadaşlarının önünü kesen Muaviye gömleği giymiş Yezid ordusu,
Hüseyin’e, Yezid’e biat etmesi koşuluyla her isteğini yerine getireceklerini
söylemişlerdi. Çölün kızgın kumlarında susuzluktan yüreği yanan imam Hüseyin, o
kızgın kumlar üstünde susuzluktan kurumuş ağzıyla kendisi için değil, yüreği
yanan yakınları için yalnızca bir damla su istemişti. Biat etse onu da
vereceklerdi belki ama Hüseyin biat etmemiş, ölmeyi göze almıştı. Oğlu Zeynel
Abidin hariç hiç kimse kurtulamadı, hepsi Kerbela çöllerinde katledildi.
Vaka budur ki, Kerbela’dan sonra ne
Muaviye’nin ne de Yezid’in ismi hiç kimseye verilmemiştir. Lakin o gün bugün
isimleri hep lanetle anılan bu iki garabetin ruhu, Kerbela’dan sonra tüm sömürü
iktidarlarının ruhuna sirayet etmiş; nerde bir ezilmiş varsa onun sırtına
binmeyi, nerde bir özgürlük çığlığı varsa onun sesini kısmayı, nerede bir yok
sayılmış varsa onu yok göstermek için didinmeyi düstur edinmiştir. Hüseyin ve
diğer Kerbela yitiklerinin ruhu da nerde bir ezilmiş, sömürülmüş, hor görülmüş,
yok sayılmış varsa onun ruhuna nüfus etmiştir.
Aslında resmi anlayışın ya da Sünni
teolojinin söylediği gibi Alevi kelimesinin “Ali evi” ile hiçbir bağlantısı
olmamasına, Alevi adının “Allawi”; yani “ateş ruhunu benimseyen” anlamı
taşımasına rağmen kendilerini Kerbela ve Hüseyin ile özdeş görmelerinin en
önemli nedeni, sünniliğin kökeni olan Emevi ve Abbasilerin diğer inançlar
üzerindeki baskıları, zor yoluyla kendi dinlerini benimsetmeye çalışmaları,
Alevilerin de bu despot anlayışın karşısında olmalarıydı.[1]
Kendine özgü bir dinamikle gelişen Anadolu Aleviliği bu yönüyle ezilmiş ve hor görülmüş
12 imamları ve Kerbela trajedisini kendi özgül şekillenmesi içerisinde yeniden
varederek kendi tarihlerini yaratmış, Kerbela’yı kendilerine yapılmış bir
katliam olarak benimsemişlerdir. Bundan ötürüdür ki bu coğrafya üzerinde
toplumcu, paylaşımcı, eşitlikçi bir varoluş alanı yaratan Anadolu Alevilerinin
yüzü Kerbela’da zalime teslim olmayan, iktidara boyun eğmeyen Hüseyin’e
dönüktür. İşte bu özgür varoluşlarını yok etmeye çalışıp, kendilerine biat
ettirmeye çalışan iktidarlarla başı hep belada olan Alevilerin, hem Hüseyin’i
hem de Kerbela’da yaşananları kendi yaşadıkları zulüm ile bir tutup saymaları
böylesi bir özdeşliğe yaslanır. Bu, kutsiyet olmanın ötesinde
insanın/insanlığın yok edilmesine olan bir saygıdır, bir yas durumudur.
Aynı şekilde bu durum, özgürlüklerini
ellerinden almaya çalışan, varoluş alanlarını yok eden, zalimi padişah, mazlumu
suçlu, hırsızı değerli, adil olanı değersiz gösteren her iktidar biçimini
Hüseyin’i katleden Muaviye-Yezid’le bir görmelerinin de zeminlerini
oluşturmaktadır.
Alevi katliamı bu topraklarda bir
devlet geleneğidir.
Büyük Selçuklu’dan başlayıp oradan
Anadolu Selçuklu’ya, Osmanlı’dan devam edip Cumhuriyete yönelin, göreceğiniz
şey Alevilerin makus talihi ve Muaviyeleşmiş, Yezidleşmiş iktidar biçimleri
olacaktır.
Evet, Alevileri katletmek bu
topraklarda bir devlet geleneğidir. Yavuz Sultan’ın şeyhülislamı müftü El
Hamza, “Kızılbaş taifesi kâfirdir,
Bunları öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve
farzdır. Hatta öldürülenlerin ileri gelenlerinin malları, kadınları, çocukları
öldürenlerin kısmetidir" diyerek Yavuz Sultan Selim’in yaygın bir
katliam gerçekleştirmesinin fetvasını vermesine rağmen, Cumhuriyet dönemi bu
katliamların en büyüğüne; Dersim katliamına şahitlik etmiştir. Atatürk’ün
“manevi kızım” dediği Sabiha Gökçen, “Canlı
ne görürseniz ateş edin diye emir almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi
ateşe tutuyorduk” diyerek binlerce Alevi Kürdün üzerine bomba yağdırırken, Osmanlı
döneminde baskıya ve zorbalığa isyan edip ayaklanan (Bozoklu Celal, Şah Kulu,
Babailer, Kalender Çelebi, Şeyh Bedrettin vb.) Aleviler, katliamın merkez
komutasında Atatürk de olmasına rağmen onu ayrı tutuyordu.[2]
Osmanlı’daki zorbalığa isyan geleneği
Cumhuriyetle birlikte yerini sükûta ve tevekküle bırakarak, Alevileri düşmanına
sevdalı bir hale getirdi. Cumhuriyet ve Kemalizm, Osmanlı’nın yapamadığını
yaparak Alevileri uysallaştırmayı, kendi Muaviye düzenine bağlamayı başarmıştı.
Oysa değişen hiçbir şey yoktu. Aleviler hala katledilmekteydi ve hala Sünni bir
bakışa çekilmeye çalışılmakta; Sünnilik zorla dayatılmaktaydı.
1978 Maraş ve 1980 Çorum hiçbir şeyin
değişmediğinin kanıtı oldu. Pek çok alevi, devlet desteğiyle hareket edenler
eliyle Kerbela trajedisinin 20.yy versiyonunu yaşamaya devam etti. Ve 2 Temmuz
1993 Sivas bunun son ayağını oluşturdu. Kerbela’nın kızgın çöllerinde
susuzluktan bağrı yananların evlatları, bu kez gerçekten yakılarak insanlık
tarihinin en despotik, en vahşi katliamına yine devlet eliyle maruz kaldı.
Sivas’ta sazımızın tellerini koparıp,
kalem tutan ellerimizi yakan devlet, “zaman aşımı” oldu deyip katilleri
aklayarak aslında katilin kendi olduğunu hukuk eliyle de ispatlamış oldu. Ve bu
kararı “hayırlı olsun” diyerek müjdeleyen başbakan, Kerbela’daki Muaviye
gömleğini giymiş Yezid’e ne kadar da benziyordu…
2 Temmuz Sivas belki de bu katliamların
son ayağıdır ama görünen o ki sonuncusu değildir. Bugün hala kapılara çarpı
işaretli koyuluyorsa, devlet ve iktidardakiler eliyle Alevilik hala düşman bir
topluluk olarak sunuluyorsa sükûta ve tevekküle değil, Bozoklu Celal’in, Baba
İlyas’ın, Kalender Çelebi’nin, Şeyh Bedrettin’in ve Seyit Rıza’nın ruhuna
ihtiyaç var demektir. Aşık Seyrani’nin dediği gibi, bizim huyumuz murdar ölmek
değildir.
İşte Kerbela’dan bugüne hıncımızın,
Sivas ellerinde hala saz tutan elimizin olması bundandır.
[1]
Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.aleviweb.com/forum/showthread.php?t=32761
[2]
Wikipedia’ya bile bakılsa, sağ sütundaki taraflar kısmında İsmet İnönü, Celal
Bayar, Fevzi Çakmak, Kazım Orbay’ın hemen önünde, başta Atatürk’ün isminin
yazılı olduğunu görecektir. http://tr.wikipedia.org/wiki/Dersim_%C4%B0syan%C4%B1#Hava_kuvvetleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder