26 Haziran 2014 Perşembe

Kerbela’dan bugüne hıncımız, Sivas ellerinde saz tutan elimiz var.


“Murdar ölmek değil bizim huyumuz” (Aşık Seyrani)
Kerbela çöllerinde imam Hüseyin’in ailesi ve arkadaşlarının önünü kesen Muaviye gömleği giymiş Yezid ordusu, Hüseyin’e, Yezid’e biat etmesi koşuluyla her isteğini yerine getireceklerini söylemişlerdi. Çölün kızgın kumlarında susuzluktan yüreği yanan imam Hüseyin, o kızgın kumlar üstünde susuzluktan kurumuş ağzıyla kendisi için değil, yüreği yanan yakınları için yalnızca bir damla su istemişti. Biat etse onu da vereceklerdi belki ama Hüseyin biat etmemiş, ölmeyi göze almıştı. Oğlu Zeynel Abidin hariç hiç kimse kurtulamadı, hepsi Kerbela çöllerinde katledildi.
Vaka budur ki, Kerbela’dan sonra ne Muaviye’nin ne de Yezid’in ismi hiç kimseye verilmemiştir. Lakin o gün bugün isimleri hep lanetle anılan bu iki garabetin ruhu, Kerbela’dan sonra tüm sömürü iktidarlarının ruhuna sirayet etmiş; nerde bir ezilmiş varsa onun sırtına binmeyi, nerde bir özgürlük çığlığı varsa onun sesini kısmayı, nerede bir yok sayılmış varsa onu yok göstermek için didinmeyi düstur edinmiştir. Hüseyin ve diğer Kerbela yitiklerinin ruhu da nerde bir ezilmiş, sömürülmüş, hor görülmüş, yok sayılmış varsa onun ruhuna nüfus etmiştir.
Aslında resmi anlayışın ya da Sünni teolojinin söylediği gibi Alevi kelimesinin “Ali evi” ile hiçbir bağlantısı olmamasına, Alevi adının “Allawi”; yani “ateş ruhunu benimseyen” anlamı taşımasına rağmen kendilerini Kerbela ve Hüseyin ile özdeş görmelerinin en önemli nedeni, sünniliğin kökeni olan Emevi ve Abbasilerin diğer inançlar üzerindeki baskıları, zor yoluyla kendi dinlerini benimsetmeye çalışmaları, Alevilerin de bu despot anlayışın karşısında olmalarıydı.[1] Kendine özgü bir dinamikle gelişen Anadolu Aleviliği bu yönüyle ezilmiş ve hor görülmüş 12 imamları ve Kerbela trajedisini kendi özgül şekillenmesi içerisinde yeniden varederek kendi tarihlerini yaratmış, Kerbela’yı kendilerine yapılmış bir katliam olarak benimsemişlerdir. Bundan ötürüdür ki bu coğrafya üzerinde toplumcu, paylaşımcı, eşitlikçi bir varoluş alanı yaratan Anadolu Alevilerinin yüzü Kerbela’da zalime teslim olmayan, iktidara boyun eğmeyen Hüseyin’e dönüktür. İşte bu özgür varoluşlarını yok etmeye çalışıp, kendilerine biat ettirmeye çalışan iktidarlarla başı hep belada olan Alevilerin, hem Hüseyin’i hem de Kerbela’da yaşananları kendi yaşadıkları zulüm ile bir tutup saymaları böylesi bir özdeşliğe yaslanır. Bu, kutsiyet olmanın ötesinde insanın/insanlığın yok edilmesine olan bir saygıdır, bir yas durumudur.
Aynı şekilde bu durum, özgürlüklerini ellerinden almaya çalışan, varoluş alanlarını yok eden, zalimi padişah, mazlumu suçlu, hırsızı değerli, adil olanı değersiz gösteren her iktidar biçimini Hüseyin’i katleden Muaviye-Yezid’le bir görmelerinin de zeminlerini oluşturmaktadır.

Alevi katliamı bu topraklarda bir devlet geleneğidir.
Büyük Selçuklu’dan başlayıp oradan Anadolu Selçuklu’ya, Osmanlı’dan devam edip Cumhuriyete yönelin, göreceğiniz şey Alevilerin makus talihi ve Muaviyeleşmiş, Yezidleşmiş iktidar biçimleri olacaktır.
Evet, Alevileri katletmek bu topraklarda bir devlet geleneğidir. Yavuz Sultan’ın şeyhülislamı müftü El Hamza, “Kızılbaş taifesi kâfirdir, Bunları öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Hatta öldürülenlerin ileri gelenlerinin malları, kadınları, çocukları öldürenlerin kısmetidir" diyerek Yavuz Sultan Selim’in yaygın bir katliam gerçekleştirmesinin fetvasını vermesine rağmen, Cumhuriyet dönemi bu katliamların en büyüğüne; Dersim katliamına şahitlik etmiştir. Atatürk’ün “manevi kızım” dediği Sabiha Gökçen, “Canlı ne görürseniz ateş edin diye emir almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” diyerek binlerce Alevi Kürdün üzerine bomba yağdırırken, Osmanlı döneminde baskıya ve zorbalığa isyan edip ayaklanan (Bozoklu Celal, Şah Kulu, Babailer, Kalender Çelebi, Şeyh Bedrettin vb.) Aleviler, katliamın merkez komutasında Atatürk de olmasına rağmen onu ayrı tutuyordu.[2]
Osmanlı’daki zorbalığa isyan geleneği Cumhuriyetle birlikte yerini sükûta ve tevekküle bırakarak, Alevileri düşmanına sevdalı bir hale getirdi. Cumhuriyet ve Kemalizm, Osmanlı’nın yapamadığını yaparak Alevileri uysallaştırmayı, kendi Muaviye düzenine bağlamayı başarmıştı. Oysa değişen hiçbir şey yoktu. Aleviler hala katledilmekteydi ve hala Sünni bir bakışa çekilmeye çalışılmakta; Sünnilik zorla dayatılmaktaydı.
1978 Maraş ve 1980 Çorum hiçbir şeyin değişmediğinin kanıtı oldu. Pek çok alevi, devlet desteğiyle hareket edenler eliyle Kerbela trajedisinin 20.yy versiyonunu yaşamaya devam etti. Ve 2 Temmuz 1993 Sivas bunun son ayağını oluşturdu. Kerbela’nın kızgın çöllerinde susuzluktan bağrı yananların evlatları, bu kez gerçekten yakılarak insanlık tarihinin en despotik, en vahşi katliamına yine devlet eliyle maruz kaldı.
Sivas’ta sazımızın tellerini koparıp, kalem tutan ellerimizi yakan devlet, “zaman aşımı” oldu deyip katilleri aklayarak aslında katilin kendi olduğunu hukuk eliyle de ispatlamış oldu. Ve bu kararı “hayırlı olsun” diyerek müjdeleyen başbakan, Kerbela’daki Muaviye gömleğini giymiş Yezid’e ne kadar da benziyordu…
2 Temmuz Sivas belki de bu katliamların son ayağıdır ama görünen o ki sonuncusu değildir. Bugün hala kapılara çarpı işaretli koyuluyorsa, devlet ve iktidardakiler eliyle Alevilik hala düşman bir topluluk olarak sunuluyorsa sükûta ve tevekküle değil, Bozoklu Celal’in, Baba İlyas’ın, Kalender Çelebi’nin, Şeyh Bedrettin’in ve Seyit Rıza’nın ruhuna ihtiyaç var demektir. Aşık Seyrani’nin dediği gibi, bizim huyumuz murdar ölmek değildir.
İşte Kerbela’dan bugüne hıncımızın, Sivas ellerinde hala saz tutan elimizin olması bundandır.



[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.aleviweb.com/forum/showthread.php?t=32761
[2] Wikipedia’ya bile bakılsa, sağ sütundaki taraflar kısmında İsmet İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Kazım Orbay’ın hemen önünde, başta Atatürk’ün isminin yazılı olduğunu görecektir. http://tr.wikipedia.org/wiki/Dersim_%C4%B0syan%C4%B1#Hava_kuvvetleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder