28 Haziran 2014 Cumartesi

Tanpınar'da Kadın: İki Hasret Bir Tanpınar



1953 yılında Paris’e gittiğinde Adalet Cimcoz’a bir mektup yazar Tanpınar. “Dünyada iki hasretim vardı” der, “biri Paris biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim.”
Burada biraz durmalı! Hem güzel kadın hem de katıksız bir Paris hayranı olan Tanpınar’a bunu söyleten bir neden olmalı. Paris kadınlarını ya da Paris’i güzel bulmaması olabilir mi? Birincisi için yorum yapamayabiliriz belki ama en azından Paris için böyle düşünmediğini, Paris’in Tanpınar için (yalnızca Tanpınar mı? Dönemdaşı bütün aydınlar için) medeniyetin, kültürün ve sanatın doruk noktasını ifade ettiğini biliyoruz. Gidip görmek için geç kaldığını düşündüğü güzel bir şehirdir Paris.

Tanpınar Paris gezileri sırasında pek çok şey öğrenmiştir. Ama belki de öğrendiği en önemli şey Paris’in fazlalığından ziyade ‘kendi azlığı’, Paris’in doymuşluğundan öte ‘kendi açlığı’dır. Paris’in rasyonalizmi ile ‘kendi’ düalizmi arasında ciddi bir fark vardır ve üzerine bastığı coğrafya Paris’ten baktığında daha sarih görünmüştür Tanpınar’a. Üzerinde yeşerdiği kültürün, gelenek ve göreneğin, akabinde bilincin nasıl bir başkalaşım geçirdiğinin farkına vardığı yerdir Paris: Onlarda olan ama bizde olmayan. Onların yapabildiği ama bizim yapamadığımız. Bir çeşit via negativa.

Sosyolojik düzlemde özetleyelim: İki farklı kültürü analiz ederek kendi coğrafyasındaki batılılaşma atılımlarının güdüklüğü ve eksik noktaları ya da yeni ile kucaklaşma noktasında yaşanılan “hususi hüviyet” noksanlığı Tanpınar’ın ontolojik ruhiyesini şekillendirmiş, bir anlamıyla beslemiştir.

O halde bir daha sormamızda sakınca yok. Tanpınar’a yukarıdaki cümleyi söyleten nedir?

Paris’in serencamını Baudelaire’den alıntılar Tanpınar, “Eski Paris artık yok, ne yazık, bir şehrin şekli bir faninin kalbinden daha çabuk değişiyor.”[1] Evet, Baudelaire’in sözünü ettiği değişikliği Tanpınar da görmüştür. Bunun içindir ki ne Paris’te ne de Paris’in kadınlarında aidiyetine, ruhiyesine, muhayyilesine ait bir ‘değer’ bulabilmiştir. Paris güzeldir ama bir İstanbul değildir. Modernitesini kendi iç dinamikleriyle tamamlayıp geliştirmiş, bu anlamıyla da homojenleşmiş bir şehirdir ve fakat (belki bu yüzden) İstanbul’un ‘çokluğuna’ sahip değildir. Paris’in kadınları da İstanbul’a benzememektedir pek. Elbette ki İstanbul da değişmiştir ama söz konusu değişiklik Baudelaire’in yakındığı bir değişiklik değildir. “İstanbul böyle değişmedi” der Baudelaire’in Paris sızısının hemen ardından ve ekler; Bugünün İstanbul’u oldukça uzun süren bir geçiş devresinden sonra bu hayata adımını atmış sayılabilir. Ama istediğimiz gibi geniş, verimli çağını idrâk ettiği zamanda da eskiyi tamamıyla unutmuş olmayacağız. Çünkü o bizim ruh maceralarımızdan biridir.”[2]

Bir şehri “ruh macerası” gibi göndermesi ve tınısı kadına hissedilen aşkla örtüşen belirlemeyle tarif etmek, incelediğimiz konu bağlamında önemli bir yere tekabül etmektedir. Esası şudur: Paris’in kadınları Paris’e benzediği; bütünüyle rasyonelleştiği, akılcılaştığı, kendine özgü çoklu bir değer taşımadığı, yalnızca şeklen değil kalben de değiştiği, mistisizmden, gelenekselden, eskiye ait pek çok değerden uzak olduğu ve bu anlamıyla aslında bütün gizemini yitirdiği için İstanbul’a benzememektedir. Bu yüzden Paris’in kadınlarında neyi bulamadığını imleyerek bize arzuladığı kadın imgesi portresi çizer Tanpınar.

O portreyi biz Adalet Cimcoz’a söz konusu mektubu göndermeden evvel yazdığı Huzur’da Mümtaz için söylediği cümlelerde görürüz. Ve o cümleleri Tanpınar’ın isteği, bir yönüyle izleği olarak okuyabiliriz. (Hatta romanın bir tür otobiyografik kurgu olduğunu düşünürsek, Mümtaz’ı Tanpınar’ın ‘kurgusal kendi’ olarak görmemizde ne sakınca olabilir?) “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak öbürü de boğazda yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartı tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek...”

İşte o kadın portresi Nuran’dır. Kimdir Nuran? Onu salt bir roman kişisi olarak okumak edebi olarak da sosyolojik olarak da eksiklidir. ‘İstanbul’a benzeyen kadın’ olarak Nuran öncelikle bir temsil biçimidir. Küçük bir parantezle bu vargıyı genelleştirebiliriz. Tanpınar’ın romanları çok kişilikli ama tek bir (ortak) düzlemde varlık kazanmaktadır. Bir ‘karakter’ romancısı olmaktan ziyade ‘mesele’ romancısıdır Tanpınar. O çok kişilerin olduğu bütün romanlarında bireyin duygulanımları, salınımları, arızaları ve sorunları çizdiği tipolojilerde toplumsallaşır. Tüm roman kişileri, Nazım’dan apararak söyleyecek olursak, ‘memleketin insan manzaralarıdır’ bir nevi.

Tanpınar tedrisatından geçmiş okurlar için onun alameti farikası bu yüzden basittir; iki millet ol(ama)ma hali. Basit lafında da durmalı, zira sözünü ettiğimiz basitlik oldukça karmaşık bir basitliktir.

Bir Yahya Kemal devriyesi olan Tanpınar yüzü garba dönük, eskinin değil yeninin yazarıdır ama aynı zamanda ayakları şarkta olan bir yazardır. Tarih (mazi) onun çantasındadır sürekli. Kaleminin ucu yeniyi yazar ama yazdığı kalem ‘maziden’ devralınmıştır. “Maruz ve müşahittir.” Bu yüzden değişen bir medeniyetin tüm arızalarını bünyesinde barındıran, “kendi kendiyle aşikâr şekilde tezatta” bir estettir. “Bizim için asıl miras ne mazide ne garptadır. Önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır”[3] demesi boşuna değildir. Huzur’un sayfalarında, “Ben bir çöküşün esteti değilim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum” derken dile gelen Mümtaz değil Tanpınar’ın kendisidir. Tanpınar’ın aradığı “şey” Mümtaz’ın aradığı “şey”den bağımsız değildir. Mümtaz’ın da (aynı şekilde Ayarcı, İrdal, Behçet Bey ve) Tanpınar’ın da önünde çözülmesi gereken bir yumak vardır. Bu yumağın bir kısmını, belki de önemli bir kısmını, çöküntülerden arta kalanlar, göz ardı edilmemesi gereken değerler silsilesi oluşturmaktadır. Gelenektir bu. Aidiyettir. Bastığı toprağın, coğrafyanın edebi kokusu, ezoterik tınısı, çokluğu ve kültürel zenginliğidir. Bütün bunları reddetmeden ve hatta unutmadan yeni bir estet yaratmak; bunlara dayanarak batıya yönelmektir. Batıya yönelişin eksenini Nuran’a anlatırken dile gelen yine Tanpınar donuna bürünmüş Mümtaz’dır: “Sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.” Mümtaz haklıdır. Çünkü Tanpınar haklıdır. Ve mesele gayet sarihtir: “Biz iki milletiz; garplı ve şarklı. Hikâye bu…”

Hikâye bu olunca sözünü ettiğimiz basitliğin nasıl bir karmaşa olduğu alenileşiyor. Bu alenileştikçe Nuran’ın neyin ve nasıl bir temsil biçimi olduğu da alenileşiyor. Yalnızca Nuran’ın da değil; Nuran da dâhil bütün roman kişilerinin yaşadığı, içinde yetişip şekillendiği trajik bir karmaşadır bu. Tanpınar’ı yaşamsal ve edebi olarak çeken de bu trajik karmaşadır zaten.

Mümtaz, İrdal, Ayarcı’nın temsil ettiği biçime benzer ama onlardan yapı olarak ayrı bir temsil biçimi olarak Nuran
Tanpınar’ın Paris’te kaybettiği hasretin ve/veya hislerin temsil biçimidir. Tanpınar’ın Paris’te kaybettiği hasret esasen oradayken farkına vardığı, arzuladığı bir hasrete dayanıyor. Kaybetmek ifadesi de bu noktada sorunlu bir hal alıyor; çünkü kaybetmiyor Tanpınar, buluyor. Buna via negativa dedik; bir via negativa yaşıyor ve neye hasret çektiğinin farkına varıyor.

Bu izlek çerçevesinde, yukarda sorduğumuz soruları birleştirebiliriz: Paris’te güzel kadın imgesini kaybeden Tanpınar onu Nuran’da, Nuran’ı da İstanbul’da bulmakla aslında neyin farkına varmakta ya da neyi aramaktadır? Tersten de sorabiliriz;  İstanbul’u Nuran’da bulmakla aslında neyin özlemini çekmektedir?

Her şeyden önce kendini bulmanın özlemidir bu. Belirleme esasen Tanpınar’ın tarifidir. Nuran’la Mümtaz İstanbul sokaklarında dolaşırken farkına vardıkları bir ruh, bir oluş halidir ama Tanpınar bundan muaf değildir: “İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız.”

Şunu biliyoruz: Katıksız bir Paris hayranı olan Tanpınar ondan önce katıksız bir İstanbul hayranıdır. Şehir bir toplumsal hafıza temsilidir onun için ve İstanbul bu temsil ilişkisi içinde tarihsel sürekliliği bünyesinde barındıran eşsiz bir müzedir. Şeklen değişse de kalben değişmemiştir ve içinde “eskiye” ait tüm güzellikleri barındırmaktadır.

Nuran’ın “tıpkı İstanbul gibi” olması bu yüzdendir ve Tanpınar’ın muhayyilesindeki kadının temsilidir. Yalnızca yalnızlığını bertaraf edecek bir kadın değil, aradığı, hasretini çektiği bir kadındır. Hem modern ama aynı zamanda mistik, hem değişimi iliklerine dek yaşayan ama geleneğini de yanında taşıyan süreklilik içindeki bir varoluş modelidir Nuran. Nuran’a (kadına) bakınca İstanbul’u (ve İstanbul’a bakınca da Nuran’ı) görüyor olması onun Paris’te çektiği hasretin bir yönü ama önemli bir yönüdür. Nuran özelinde kadını İstanbul’a benzetmesinin ekseni, her şeyin değişmeye başladığı bir iklimde değişimin ikili yönünü bünyesinde barındırmasından kaynaklıdır.

İşte Tanpınar’da kadın denilince İstanbul’a yönelmemizin nedeni Tanpınar’ın büktüğü bu çubuktan dolayıdır. İkircime gerek yok, Tanpınar için kadın imgesi İstanbul, güzel kadın da İstanbul’un boğazıdır. “Beş Şehir”in yazarının İstanbul sevgisini kadın sevgisiyle ölçmesi bu anlamıyla hiç de tesadüf değildir: “İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırılır.”[4]

‘Değişimin ikili yönü’ vurgusu Tanpınar estetiğinde önemli bir dinamik ve kılavuzdur bu anlamıyla. Bütünüyle kör ve ufuksuz bir yeninin değil, maziyi kalbinde biriktirmiş ve onunla harmanlanmış bir yeninin müdavimi olarak ne geçmişi ne de ânı yaşar Tanpınar; yarındadır ve yarını yaşamayı istemektedir. Ondaki yarın tahayyülü elbette modernitedir ama kendine has bir modernitedir. Fransa’nın kaybettiği (muhtemelen Baudelaire’ın de kaybetmekten yakındığı) Bergsoncu sezgiselliği estetik bir ton olarak kullanmasının bir anlamı da bu kendine has modernlik zeminini yakalayabilmektir. Fransa Bergson’u kaybetmiştir ama ruhunda mistisizme, gizemciliğe ait bir tını taşıyan Tanpınar onu bulmuştur. Bu yüzden olsa gerek, İstanbul’a da kadınlara da bu Bergsoncu tılsımla yaklaşmaktadır. Gizemde bilinmezliğin, bütünüyle anlaşılamaz olmanın ve ‘yeni’ bir şeyler keşfediyor olmanın çekiciliği her zaman vardır çünkü.

Hayatı düalist bir zeminde algılayan bir yazar/estet olarak kadın mevhumunu da böyle düşünmesi, kadın imgesini bu zemine oturtması pek şaşırtıcı değildir. Evet, ondaki kadın imgesi de düalisttir: Batının modernizmi ve doğunun mistisizmidir bu.

Mümtaz’ın Nuran’ı (ve bir yönüyle Tanpınar’ın kadın imgesi) tam da böyle bir denklemi taşımaktadır. “Debussy’yi, Wagner’i sevip, Mahur Beste’yi de yaşayan”, “Anadolu oyunlarının pek çoğunu bilen” bir kadındır Nuran. Boğaz’da yetişmiş bir İstanbul hanımefendisidir ama “halk havalarını kendine mahsus bir eda ile söyleyebilen, Anadolu danslarını oynayabilen”, ufku, algısı ve yönelimi geniş bir kadındır. Mümtaz için “yepyeni bir ufuk” olması boşuna değildir. Bir anlamıyla tıpkı İstanbul gibi bir “ruh macerasıdır” ama yeni ufuklar açan daimi bir ruh macerasıdır.

Nuran kimdir, sorusunun karşılığı bu anlamıyla Mümtaz üzerinden ‘Tanpınar’ın düalizmidir’ cevabında somutlanmaktadır. Tanpınar’da kadın mevzuunun bağlamsal karşılığı da bu anlamıyla daima yeni ufuklar açabilen ve İstanbul gibi ruh macerası olan Nuran’dır.
Evet, Tanpınar garp ile şark arasında kalmış, kendini hep arafta hissetmiş bir yazardır. Ne var ki bu muhasara onun edebi, felsefi ve yaşamsal varoluşunda eklektik bir düzlem değil kararlı bir estetik algı yaratmıştır. İki ufka da samimiyetle hasrettir Tanpınar. Onu edebiyatımızın mihmandarı yapan da bu iki hasreti tek bir ruhta toplamış olmasından başka bir şey değildir.



[1] A.Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1969, s. 146.
[2] Age. S. 149.
[3] Ahmet Oktay, Tanpınar: Bir Tereddütün Adamı, Defter, Bahar 1995, Sayı 23, s. 53-54.
[4] Beş Şehir, s. 162.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder