Bülent
Yıldız’ın ilk romanı Kitab-ı Zuhur, “Anlat!” emriyle başlıyor. Bir anlatı
‘anlat’ diye başlıyorsa, anlatmakla ilgili bir derdi olmalıdır. Yerde yatan bir
cesede verilmiş bir emirdir bu ve ceset ilk başta “Ben anlatmasını bilmem!”
diye ayak direse de bir süre sonra şakımaya başlayacaktır.
Bu romanı
(yalnızca eleştiri perspektifinden değil sözcüğün gündelik manasıyla da)
anlamaya çalışırken ilk yapılması gereken şeylerden biri romandaki anlatı ve
anlatıcıların şifresini çözmek gibi görünüyor. Zira bu romanı özgün ve ayrıksı
kılan en önemli yan, öyküler ve anlatıcılar arasında kurduğu o had safhada
karmaşık ilişkiler yumağı. Romanın sayfalarını kat ederken bu karmaşaya ilişkin
hem özetleyici hem eleştirel kenar notları sunmaya çalışacağım.
Öyküler ve anlatıcılar labirentinde
Kitab-ı
Zuhur’un ‘tezahür…’ başlıklı proloğunda anlatıcı bir ölüdür. Ölünün ardından
giden cenaze kalabalığı bir turna kuşu tarafından kutsanır. En baştaki “Anlat!”
emri “Yaz!”a dönüştüğünde ceset bu emre de uyacaktır ve anlaşılan o ki bu
okuduğumuz kitabı yazacaktır. Bu ilk anlatıcıya Ceset diyelim.
Sonraki
bölüm ‘mukaddime…’deki anlatının Ceset tarafından sürdürüldüğünü düşünebiliriz.
Ama referansları, artık ceset oluşuna değil yazar oluşunadır: “…ben bu kitabı
yazmaya başladığımda…” vb. Kökleri Ortaçağ’a dek uzanan ve postmodern
edebiyatla birlikteyse klişeye dönüşen “hepimiz bir öykünün kahramanlarıyız”
fikri bu kitabın da bütününe anlam kapısı açacak temel anahtar gibi görünüyor:
“Ama örneğin
ben de bir kahramanım. Zaten hepimiz birilerinin yazdığı bir şeylere kahraman
olmuş tipler değil miyiz? Evet, dediğim gibi ben de bir kahramanım. Hem de bu
kitabın kahramanı. Tıpkı kendi yazgısını çözmeye aday nice kahramanlar gibi bu
hikâyeyi anlatmaya; bu sırrı çözmeye yazgılı bir kahraman. Muhlis’in yarattığı
bir kahraman.” (24)
İlk
anlatıcıdan evrimleşmiş bu ikinci anlatıcının adının Cıbır olduğunu
öğreneceğiz. Cıbır, anlatısının kahramanlarına verdiği isimlerin ‘uydurma’,
ancak anlattığı hikâyenin ‘gerçek’ olduğunu vurgular: “Hem de bu hikâyeyi okuyan
siz ve bu hikâyeyi yazan ben kadar…” Hepimizin kahramanlar olduğunu hatırlarsak
uydurma-gerçek döngüsünü kapatmış oluruz. Cıbır, yazar kimliğiyle, “başka
metinlerle diyalog kurmaya çalışan biri gibi görünmek istemem” dese de bu
sözleri, aslında böylesi bir diyalogu sürekli olarak sürdüreceğinin
habercisidir.
Metinlerarasılık
postmodern edebiyatı kavramak için en önemli hat olarak kabul edilse de, ben
Bakhtin’in “Konuşan kişi Adem değildir” sözünü fazla ciddiye aldığımdan, yani
yeterince çözümleyeceğimiz her ama her metinde mebzul miktarda başka metinlere
gönderme bulabileceğimize inandığımdan, postmodern (olma iddiasına sahip) olsun
olmasın, herhangi bir metindeki metinlerarası göndermelerin envanterini
çıkarmanın bizi fazla bir yere taşıyabileceğini sanmıyorum; elbette bu, bu
göndermelerin organik ve/veya işlevsel olanlarının önemini teslim etmemize
engel değil.
Bu yüzden de
yalnızca Shakespeare’den Yeşilçam sinemasına, kültür tarihinin birçok ismine ve
eserine değil, tamamen kurmaca sanatçılara ve onların olmayan eserlerine
yapılan göndermelerin de izini sürmek yerine, anlatıcı-öykü ilişkilerinin izini
sürmeye devam edeceğim.
Kitabın
bütününde olduğu gibi bu bölümde de yazar (Bülent Yıldız) ve Cıbır birçok
alt-anlatıya, öykü içinde öykülere başvurur. Hamet, Simiko ve Zugaj isimli üç
kahramanın ilk kez anıldığı yer de burası. Hamet’in adının Hamlet’i
çağrıştırmasının yalnızca bir yanlışlık eseri olduğuna bizi inandırmaya çalışan
keyfekeder bir öyküler ve yorumlar karmaşası bir okuma eylemine bağlanır; tüm
bu okuduklarımızı okuyan Boyoz adlı biri vardır (29) ki o da sonra yazar olarak
da bu anlatma sürecine katılacaktır.
Ayrıca
Boyoz’un Cıbır’la okudukları üzerinden yaptığı sohbet ve tartışma da metne bir
bölüm olarak eklenir; artık (öz)eleştiri de (sanatsal) metindir. Bu arada sık
sık “ondan sonra söz edeceğim” denilen ve asıl yazar diyebileceğimiz Muhlis’in
varlığından da haberdar ediliriz.
‘mukaddime…’
bölümünün 2. kısmı italik dizilmiş bir anlatıyla açılır. Bu, anlatıcının
(burada Cıbır) aldığı bir korsan kitaptan aktarılan bir Türkiye (Tâ)
parodisidir. Bu cemiyetin ülkeyle aynı adı taşıyan ve kültleştirilen bir önderi
ile dili ve kültürü yasaklanmış bir ezilen ulusu (Bö’ler) vardır. Ülkenin üç
yanında balçıkla sıvanmış da olsa ‘ehveni şer bir güneş’ varken Dördüncü Yön
hiç güneş almaz, bu yüzden burada yaşayanlar hep hastadır. Tâ’cılar, Dördüncü
Yön insanları olan Bö’lerin ülkeyi böleceği fobisiyle maluldür.
Bu
okuduğumuz satırların yazar Muhlis Arı’ya ait olduğunu ileride anlarız. Birkaç
sayfalık italik aktarımın ardından Cıbır ve Boyoz arasında önceki kısımda
başlayan tartışma devam eder. Ama bu kez daha çok Cıbır’ın monoloğunu dinleriz.
Bize bu kitabı aldığı dükkanın sahibi ve çırağıyla muhabbetlerini, ama
özellikle de orada gördüğü ‘saçları kırmızı, incecik, çıtıpıtı’ kadınla göz
temasını anlatır. Kitabın bir olaylar dizisi oluşturacak gibi olan tek hattının
(bu kadınla buluşma çabaları) başlangıç noktası burasıdır.
Bu kısım,
kitaptan yapılan italik alıntılarla devam eder. Burada bir ideoloji parodisi
yapmak üzere, hastalık metaforu giderek genişletilir; Tâ’cıların ellerinde
‘şırıngaları ve uçlarında davudi iğneleriyle’ Dördüncü Yön’ü istila ederek
güneşsizlikten bunalmış Bö’leri ‘suni teneffüs’e çıkarma çabaları anlatılır.
Bunu takip eden Cıbır-Boyoz sohbeti kontrgerillanın (bazıları ‘derin devlet’
kavramını tercih edebilir) ‘Üniformasızlar’ adıyla yapılan bir parodisiyle
biter.
Sonraki
bölüm ‘muhavere…’nin 1. kısmı, bize bazı kısımları aktarılan mevzubahis kitabın
Muhlis Arı’ya ait olduğunu söyleyerek başlar ve muhalif yazar Muhlis Arı’nın
öyküsüyle devam eder. Muhlis Arı, tahmin edilebileceği üzere ‘kurgu açısından
üst kurmaca bir anlatım tekniğini’ kullanan bir postmodern yazardır. Burada
söylemek gerekir ki, Kitab-ı Zuhur’daki ‘Muhlis Arı ve onun kitapları’ izleği
çerçevesinde kullanılan üst-kurmaca (meta-fiction) tekniği (bu iki örnekte,
öyküsü anlatılan metinle okunan metnin aynı olması durumu) açıkça ve kendini
gizlemeye gerek duymadan Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını çağrıştırır.
Metinlerarasılığı temel rota olarak belirlemiş kitaplar da metinlerarası
göndermelerden muaf değildir elbette.
Bu kısımda
anlatıcının yalnızca Bülent Yıldız olduğunu söyleyebiliriz, en azından Cıbır ya
da Muhlis gibi bir başka yazarın varlığı hissettirilmez. Cıbır’ın
‘mukaddime…’nin 1. kısmında kullandığı gibi üçüncü şahıs dili kullanılır, fakat
bundan farklı olarak, Cıbır’dan ve Muhlis Arı’dan üçüncü şahıslar olarak
bahseden bu bölüm kendi içinde kapalıdır, yani bu metnin okunmakta/yazılmakta
olan bir metin olduğuna referans yoktur. Elbette kitabın ‘kuruluş tüzüğü’ bize
yazılan her sözcüğün Bülent Yıldız, Cıbır ve Muhlis Arı’ya ait olduğunu
söylemiştir, ama anlatıcı kullanımının izini sürerken analitik amaçlarla bu
ayrımları yapmaya ihtiyaç var.
Bu kısım
“İyi bir iş yapabilmek için nazari ve tatbiki bütünlük şarttır. Cıbır ve Muhlis
yan yana geldiğinde bu bütünlük tamamlanıyor işte” sözüyle ve bunların “şimdi
başka bir bütünlüğü tamamlamak için yine bir araya” geldikleri haberiyle
kapanır.
Bu bölümün
2. kısmı, bir yazar tıkanması tasviriyle başlar. Üniformasızlar hakkında roman
yazması gereken pos bıyıklı adam bunun yerine yağmuru seyredip yağmur kokusunu
içine çekmektedir. Birinci şahıs (“İşte o havayı koklayan adam bendim.”) ve
üçüncü şahıs (“Kaç zamandır yağmuru seyredip hiçbir şey yapmıyordu, bunu
düşündü.”) anlatımın iç içe kullanıldığı bu kısmın anlatıcısı elbette Muhlis
Arı’dır, ancak, anlatılan tıkanmanın Bülent Yıldız’ın yazarlık sürecinde
yaşadığı bir deneyime gönderme olduğunu düşünmek de mümkün.
Bu sırada
kitapçıda karşılaşılan ‘kızıl saçlı ilahe’den bir telefon gelir. Kadın Muhlis’e
bir şey vermek için randevu istemektedir. Kitapçıdaki buluşmaya yapılan
gönderme, bize Cıbır ve Muhlis’in aynı kişi olduğunu (yahut Cıbır’ın Muhlis
Arı’nın ben diliyle bir roman yazdığını; bu ikisi aynı şey) somut olarak
gösterir. Ancak Muhlis Arı, Cıbır’dan üçüncü kişi olarak bahsetmekle kalmaz,
“Sizlere baştan beri Cıbır diye tanıttığım kişi benim kadim dostum …..’dır”
diyerek işleri daha da karıştırır.
Muhlis Arı,
bu kısmı “Şu ana kadar yazdıklarım, yalnızca o kadim dostumla (Cıbır’la)
paylaştıklarımdır” diye bitirir. Muhlis şimdi o dostun gelmesini beklemektedir.
Cıbır’ın da Boyoz’u beklemeleri bilgisi elimizde olduğuna göre simetrik iki
ilişki elde ederiz: Muhlis-Cıbır ve Cıbır-Boyoz. Cıbır’ın (Bülent Yıldız’ın çok
sevdiği sözcüklerden birini kullanacak olursak) bu denklemin önce sağında sonra
solunda olması, yani hem yazar hem yazarın dostu rollerin üstlenmesi, bize
‘hepsi aynı kişi işte’ mesajından başka bir şey vermiyor gibidir.
Bu noktadan
sonra aslında tüm bu karışıklığın kendinde bir karışıklık olduğunu, yani
işlerin karışıklık ortaya çıkarmak dışında bir muratla karıştırılmadığını
söyleyebiliriz. Böyle olunca bu anlatıcılar kompleksini çözme çabasının da
anlamı kalmaz. Tıpkı tiyatroda ‘cıbırca’ diye bilinen anlamsız (fakat belirli
duyguları yansıtabilecek) sözcük öbeklerinin dilsel ifadeler oldukları bilgisini
vermek dışında bir işleve sahip olmamaları gibi. Yine de başladığımız işi
bitirelim…
Bu bölümün
3. kısmı yeni bir dizgi özelliğinin (girinti metin) devreye sokulmasıyla
başlar. Buradaki anlatıcı Muhlis Arı’nın bekleyişini anlatır. Normal dizilmiş
metin ise aynı süreci bu kez Muhlis’in ben dilinden tasvire devam eder. Girinti
metinlerde anlatıcı yazar, kahraman Muhlis’tir. Oysa önceki bölümlerde bunun
tam tersine de tanık olmuştuk. Mesaj yine aynıdır: Herkes anlatıcı, herkes
kahraman ve herkes aynı!
Bu kısımda,
Muhlis’in duvarında asılı, kurgusal (yahut anagram) bir Yahudi ressama (Sahoe
Lass) ait bir ikinci paylaşım savaşı toplama kampı tablosu (Güngörmezler)
çevresinde bir politik sanat tartışması yürür. Muhlis bu tabloyu o zaman adsız
olan, Yahudi kökenli Boyoz’un evinden almıştır ve arkadaşına o evde yediği
çöreğin (bugün neredeyse sadece İzmir’de üretilen ve Sefarad Yahudileri kökenli
‘boyoz’) adını vermiştir.
Bu kısımda
ele alınan bir başka kurgusal (yahut anagram) yazar Piera Ludello çevresinde
yürüyen tartışma ise ‘yazarın ölümü’ üzerinedir. [i] Üstkurmacanın postmodern
teorisyenler tarafından romantik ironiden miras alındığını ve bu metnin
kendisine referans konusunda sınırları zorladığını göz önüne alacak olursak,
metinde ‘ironi’ kavramının çok geçmesine şaşırmamak gerekir.
Bu kısmın üç
yıldızla ayrılan devamında Muhlis Arı’nın kitabından yapılan italik alıntılarla
Muhlis Arı’nın bu alıntılar hakkındaki eleştirel kafa yormaları
çaprazlanmıştır. Burada geçen “Yani bazen bir şey ne ise yalnızca odur, başka
bir şey değil. Her şeyi bir şeye bağlamamak lazım yani…” cümlesini not etmek
gerekir. Kendini göndergelerle ve alt-metinlerle donatmış bir metnin, ‘kurucu
anlaşması’na böylesi bir keyfilik istisnasını dahil etmesi tuhaf görünebilir
ama değildir.
Sonuçta
anything goes diye çıkılan yolda kurulmuştur postmodern teori. Metinlerarasılık
ve üstkurmaca söz konusu olduğunda, bazı yöntemlere bağnazca bir bağlanımının
söz konusu olduğu düşünülebilir. Ama bu ‘bağnazlığın’ kendisi de
nedensizdir/keyfidir. Atonal müzisyenlerin, klasik armoniye savaş açtıklarında,
onu tutuculukla suçladıklarında, ilk yaptıkları şey kendilerine daha katı
kurallar koymak değil miydi?
Bu kısmın üç
asteriskle ayrılan son kısa parçası, kızıl saçlı kadının Muhlis Arı’ya bir şey
gönderdiği haberiyle kapanır. Sonraki kısım (bu bölümün 4. kısmı) ise Cıbır’ın
anlatımıyla açılır. Ama aslında önceki parçanın devamıdır. Bu kez evde bekleyen
Cıbır, gelen Boyoz’dur ve kızıl saçlı kadının gönderdiği bir zarfı posta
kutusundan alıp getirmiştir.
‘fasıl…’
adını taşıyan bir sonraki bölümün 1. kısmı, bu gelen zarfta yazanlardır ve eski
bir Üniformasız’ın kontrgerilla hakkındaki itiraflarını içerir. Bu bölümün
anlatıcısı, adının Ülgay olduğunu öğreneceğimiz kızıl saçlı kadının babasıdır.
Bölümün
ikinci kısmı, ev arkadaşı olan üç muhalif öğrencinin öyküsünü anlatır. ‘Hü’ye
giden’ ve ‘Konuşan’ sıfatlarıyla taltif edilen Hamet, ‘Bilen’ sıfatına sahip ve
aydın nitelikleri öne çıkan Simiko ve ‘Gören’ ve ‘Hay’dan gelen’ sıfatlarıyla
tarif edilen Zugaj. Türk Alevi, Kürt ve Ermeni kimlikleri açıkça imlenen bu üç
arkadaşın masalsı tasvirlerini, kendi aralarında yaptıkları, çoğunlukla
içerikten yoksun ama siyasi tınıları olan geyik muhabbetleri takip eder. Temel
gıdaları, birçok öğrenci evi üzere, içki, sigara, çay ve en çok da sohbettir.
Bu kısmın kimin anlatımı olduğu pek belli değildir. Muhlis Arı’nın Tâ öyküsüne
oturduğu için onun olduğu söylenebilirse de, onun kitabından yapılan alıntılar
gibi italik dizilmemiştir.
Takip eden
kısmın anlatıcısı da belirsizdir. Kızıl saçlı kadınla bir başka buluşamama
sahnesi olan 3. kısım Muhlis ya da Boyoz tarafından anlatılıyor olabilir. Ne
var ki, önceki konuyu sürdüren 4. kısımda anlatıcı Cıbır’dır. Kadınla buluşma
yine gerçekleşmemiştir ve yine Boyoz elinde bir zarfla gelir. Devamında bu
zarftaki kontrgerilla itiraflarını okuruz. Cıbır ve Boyoz’un okudukları üzerine
yaptıkları genel yorumların ardından aktarım devam eder: Susurluk kazası ve
Hrant Dink’in katledilmesinin ardından gelen süreçlerin bir tür karması
yaşanmaktadır Tâ ülkesinde, ama ortaya çıkan tepkiler yüzünden kontrgerillanın
kendini geriye çekmesi gerekmektedir. Sular biraz durulduktan sonra ilk hedef
bir Alevi ve bir Ermeni’dir.
Bu bölümün
5. kısmı bu katliamlara yönelik tepkinin tasviriyle başlar, üç öğrenci arkadaş
Hamet, Simiko ve Zugaj arasındaki genel durum değerlendirmesi sohbetiyle devam
eder ve Gazi Ayaklanması’nı başlatan kahvenin taranması olayının bir benzeriyle
biter. Bu bölümde de anlatıcı belirsiz bırakılmıştır. Muhlis, Cıbır yahut
yalnızca Bülent Yıldız olabilir.
6. Kısım
yine bir Ülgay’la buluşamama sahnesidir. Ancak anlatıcı (Cıbır’dır; ancak
Muhlis olma olasılığı da şimdilik açık bırakılır) yanlışlıkla gözaltına alınır.
Gözaltındayken kapı açılır ve hiç beklemediği biri gelir. Şimdi anlatıcının
bunun kim olduğuna karar vermesi gerekir. Takip eden kısım, Cıbır’ın içeriden
dizilmiş, Muhlis Arı’nın normal dizilmiş anlatımlarının çaprazlanmasıyla bu
karar verme sürecinin tasvirinden oluşur. Dolayısıyla yine yazmak üzerine bir
pasajdır okuduğumuz, ancak konuya dair çok ilginç değiniler beklememek gerekir,
kitabın bütününde üslup olarak benimsenen keyfekederlik burada da bakidir.
8. Kısımda
karakola getirilen kişinin Boyoz olduğu söylenince anlatıcının da (en azından
Muhlis’le Boyoz’un bir ilişkisi olabileceği bir düzlem bu vakte dek tarif
edilmediği için) Cıbır olduğu netleşir. Bölüm işkencede gösterilebilecek olası
tavırlar üzerine muhabbetlerle sürer. Sonraki bölümde Cıbır karakoldan çıkmış,
Boyoz yine bir zarfla gelmiştir. Bu kez kontrgerilla itiraflarında anlatılan,
üç öğrenci arkadaşın öldürülmesinin planlanma öyküsüdür. Bu öğrencilerin,
karakolda Cıbır’ın rastladığı üç kişiye benzer oldukları da imlenir.
10. Kısım,
zaten bilinen haberle, Hamet, Simiko ve Zugaj’ın öldürülmesiyle başlar.
Boyoz’un getirdiği zarfın bu habere ilişkin içeriğiyle birlikte roman (buna ‘iç
kitap’, Bülent Yıldız’ın kitabına ise ‘dış kitap’ diyelim, ama iç ve dış
kitapların aynı olduklarının defalarca vurgulanmış olduğunu da unutmayalım)
artık bitmiştir ve adı elbette “’Kitab-ı Zuhur’dur. Boyoz bunun ne anlama
geldiğini tam anlamaz ama çok da önemli değildir. Boyoz ve Cıbır’ın yüzeysel
edebiyat sohbetiyle, ‘dış kitabın’ son bölümüne ulaşmış oluruz.
‘bitiş…’
başlığını taşıyan final bölümünde ‘son söz söyleme görevi’ Muhlis Arı’ya
kalmıştır. Üç öğrencinin katledilmelerinin tasvirinde Muhlis’in metni ve
Ülgay’ın babasının itirafları birlikte kullanılır. Sonra, üç devrimcinin cenazesi
üzerine inen üç kuş, Pepuk, Güvercin ve Turna anlatılır. Kürt mitolojisinin
önemli bir kuşu olan Pepuk Alevi Hamet’in üzerine, Alevi mitolojisinin önemli
figürü Turna ise Kürt Simiko’nun üzerine inerken ilk anlatıcımız Ceset’in
kimliğini de öğrenmiş oluruz.
Bölümün 2.
kısmı, yine içki içen Muhlis’in kızıl saçlı Ülgay’la bir başka randevulaşma
çabasıyla açılır. Bu kez Muhlis randevuya gitmez. Ertesi gün yayıncı gelir. Bu
sırada Ülgay bir telefon mesajı gönderir: “Randevuya gelemediğim için üzgünüm.
Nedenini açıklayamam. Umarım bir dahaki romanında buluşabiliriz…” Böylece
Ülgay’la randevulaşma çabasının bir ‘MacGaffin’ olduğunu, yani anlatılan öykü
açısından önemli olmadığı halde kurguyu ilerletmekte kullanılan bir sözde hedef
olduğunu anlarız.
Muhlis,
yayıncısına bu kez romanı korsan bastırmaya karar verdiğini söyler. Böylece
zaten çoktan fark ettiğimiz bir şeyi, okuduğumuz romanın, romanın başında
Cıbır’ın bir korsan kitapçıda bulduğu Muhlis Arı kitabı olduğunu ‘fark ederiz’.
Bütün çemberler kapanmıştır.
Değer mi yol bulmaya bu labirentte?
Bütün
çemberler kapanmıştır kapanmasına da ne demeye açılmıştır? Belki postmodern
mecradan aktığını açıkça ilan eden bir eser için bu soruyu sormak da
anlamsızdır. “Her şeyi bir şeye bağlamamak lazım yani…” denmemiş miydi? Ama
yoğun bir okuma emeğiyle dolandığımız bu labirentte, gerçekten anlamlı
sonuçlara ulaşan yollar var mı, diye sormak gerektiğine inanıyorum. Hem yazarın
hem okurun emeğine saygı göstermek için…
Son derece
karmaşık bir anlatıcılar ağının anlattığı öyküler yalındır aslında:
Türkiye’deki siyasi baskıların arka planında üç öğrencinin katledilmesi, bir
(ya da birkaç) yazarın bir kitabı yazması ve bir kontrgerilla itirafçısının
kızıyla buluşma çabaları. Bu öyküler kurgusal açıdan çözümlendiğinde, anlatıcılar
ne kadar karmaşıksa olaylar dizisinin de o kadar basit olduğunu görürüz.
Evet, irili
ufaklı belki onlarca olay anlatılır, ama bunlar bir kurgu omurgası üzerine
değil bir anlatı denemesi üzerine oturtuldukları için ortada bir olaylar
boşluğu vardır. Bu boşluk postmodern edebiyatın araçlarının kullanımı sonuna
kadar zorlanarak ve günlük muhabbetler uzattıkça uzatılarak doldurulmaya
çalışılmıştır. Bir takım kavramlar üzerine paragraflarca, bazen sayfalarca
sesli düşünmeler okuruz, uzun uzun öğrenci evi yahut içki sofrası
muhabbetlerinin içeriksizliğine maruz kalırız, yapanların da fazla komik
olmadığının bilincinde olduğu esprilerle oyalanırız, gösterdiğine fazla bir şey
katmayan gösterenler olarak sakız gibi uzatılmış metafor çukurlarına girer
çıkarız.
Görünüşte
kasvetli bir edebi manzara vardır karşımızda. Ama hemen eklemeliyiz ki yazar
–artık karmaşaya gerek yok: Bülent Yıldız sayfaların ‘boş muhabbet’lerle, zayıf
esprilerle vs. dolu olduğunun elbette farkındadır. Burada bir parça kodunu
çözmeye çalıştığımız karmaşayı titiz bir mimar gibi örerken, inşaat perdesinin
ardına yığın yığın moloz yığdığını bilir. Demek ki başka bir muradı vardır.
Bu muradın
dil ve anlatımla ilgili olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz, lakin
yerine geldiğine emin değilim. Postmodern edebiyatın meftunu olmadığım şimdiye
herkese malum olmuştur, ama Auster’dan Orhan Pamuk’a bu mecranın iyi
örneklerinin hakkını teslim etmenin yaşadığımız çağı anlama görevinin
kaçınılmaz bir parçası olduğuna inanıyorum (Mesele’nin 56. Sayısında ‘Orhan
Pamuk Okumak İçin 6 Neden’i sıralamaya çalışmıştım örneğin:
http://goo.gl/qkMQ3).
Ama Kitab-ı
Zuhur bize iyi anti-romanların kendilerini okutmak için olaylar dizisi,
karakter derinliği yahut dil ustalığı gibi klasik hasletlerin yerine koyduğu
şeylere benzer bir şey bulamıyor. Aslına bakılırsa iyi postmodern romanlar bu
hasletleri teğet geçmiyorlar, onların içinden geçiyorlar, ama o kadar hızlı ve
ustaca geçiyorlar ki rüzgarları tozu kaldırıyor, ama o toz ayaklarına
yapışmıyor.
Kitab-ı
Zuhur’u en çok yaralayan yan ise dil. Bilinçli olarak seçilmiş, konuşma dilinin
yüzeyselliğini yansıtan keyfekeder içerikten ve kasıtlı özensizliklerden
bahsetmiyorum. Gâvurun triviality dediği, benim de bu yazıda fazlaca
kullandığım keyfekederlik nosyonu, gerçekten de bu roman için hep akılda
tutulmalı. Bu kasıtlı özensizlik zaman zaman kitsch’e varıyor, Osmanlıca
sözcüklerle batı dillerinden aparma sözcükler gelişigüzel anlatımın ortasına
serpiliyor, konuşma dili özellikleri mizah dergilerindeki rahatlıkla yazı diline
entegre ediliyor. Bunun arzu edilen etkiyi bir ölçüde de olsa yarattığı
söylenebilir.
Ne var ki
metnin dille ilişkisi sadece bilinçli özensizlikleri değil, okumayı zorlaştıran
hataları da içeriyor. Yazarın çok sevdiği sözcükler var; örneğin, ‘eda/sıyla’,
‘denklem’, ‘uzuv’, -kimi zaman yanlış kullanılan- ‘mahlûk/at’, hele de ‘durum’,
bende enflasyonist bir politika izlendiği hissi doğurdular. Bazı sözcüklerin
yakın aralıklarla tekrarlanarak kakofoni oluşturması; aynı anlamlı eski ve yeni
sözcüklerin belli bir işlevi olmaksızın birlikte kullanımları; pek bir içeriği
olmayan pseudo-kuramsal mırıldanmalar (son ikisine örnek: “Rüya ya da hayal
alemindeyken detaylarla haşır neşir oluruz genelde … Yaşamın teferruatlarıdır
hayallerimizi oluşturan.”); ortaç ve ulaç enflasyonu (ben bir pasajda 9-10 tane
saydım); sakil duran cümleler (“sabır ve bilge dolu bir edayla”) vb. metnin
yazar ve editör tarafından sıkı ilave okumalara ihtiyaç duyduğuna işaret
ediyor.
Ama bu
kitapta, ikinci okumaların başa çıkmayacağı daha önemli bir sorun, metnin,
şarkılara bile konu olmuş o klasik öğüdün aksine, göstermeyip anlatması
(Rush’dan gelsin: ‘Show, don’t tell’). Anlat, diye başlayan ve bütün iddiası
anlatmak üzerine olan bir kitap için bu eleştiri boşa düşer mi? Sanmıyorum.
Zira, ‘Anlatma, göster’ zaten anlatının kuralıdır; buna uyulmadığı için kitabın
sayfaları sıfat, zarf, ve tarif cennetlerine dönüşmüş. İlginç sıfatların ilginç
olmadığı, gerçi, bilinen bir şeydir, ama ‘kızıl saçlı, kısa etekli, güzel
ayaklı’ gibi neredeyse mazmunlaşmış tariflere tercih edilebilirler.
Elbette bu
kuru anlatımın, bir anti-edebi tutum olarak, taammüden seçildiği de
söylenebilir (“Dili biraz yavandı ama kurgusu bir harikaydı romanların” diye
bahsedilir bir yazardan). Ben, kendi adıma söyleyebilirim ki, kitabın bazı
başka yerlerinde aldığım kasıtlı özensizlik hissini burada almadım.
Emin
olabileceğimiz bir şey varsa, o da Kitab-ı Zuhur’un önemli bir deneme olduğu.
Roman, öncelikle, anlatıcı tekniklerinin olanaklarını sınırlarına dek
zorlamasıyla akranlarına fazla rastlanmayan bir düzeyde duruyor. Yazının
girişinde yaptığımız uzun çözümleme bize, kitapta izlendiği sırayla, şu
anlatıcı düzeylerini gösterdi:
(Ceset >
[Cıbır-Boyoz > Muhlis Arı] >
Üniformasız itirafçı) > Bülent Yıldız
Romanın
sonunda Simiko olduğunu anladığımız Ceset, sözü Cıbır’a bıraktı. Cıbır ise bize
yazılan birçok şeyin Muhlis Arı’nın yazdıkları olduğunu söylemişti. Cıbır ve
Muhlis Arı’nın aynı kişi yahut aynı kişinin farklı veçheleri olduğunu
varsayabiliriz. Boyoz da yazılanlara getirdiği eleştirel yorumlarla ve böylece
neden olduğu metinsel tartışmalarla eş-yazarlardan biri olarak anılmalıdır (bu
yüzden yukarıdaki şemada Cıbır-Boyoz birlikte gösteriliyor).
Üniformasız’lardan
itirafçının kızı Ülgay tarafından iletilen mektuplar ise anlatı içinde anlatı
olarak özerk bir alan oluşturuyor. Bülent Yıldız’ın tüm bunları yazan olduğunu
söyleyerek okurun zekasına hakaret etmenin anlamı yok. Bu anlatıcılar karmaşası
bize birinci ve üçüncü şahıs dillerinden birçok özerk anlatı tipi ortaya koyuyorlar.
Metinin
kendisi hakkındaki metin içi tartışmalar da bunlara ekleniyor: klasik anlatıdan
iç düşünmelere, gündelik sohbetlerden sanat tartışmalarına, masal dilinden
destan diline, mektuplardan telefon mesajlarına, günlük notlarından paralel ve
çapraz anlatımlara birçok farklı tarzın ve türün bir araya geldiği rengarenk
bir kolajdır elimizdeki.
Öte yandan
postmodern yazımın üstkurmaca kadar önemli diğer iki aracı parodi ve ironinin
kullanım yoğunluğunun olumlu anlamda hadleri zorladığı, haddinden fazla
kullanıldığı da söylenebilir (bana göre her ikisi birden). Dil ve anlatım
sorunları, biçimin yalnızca biçim aşkına zorlanarak fetişleştirilmesi,
keyfekeder içeriğin anlamlı içeriğe baskın çıkması ve kitabın kendini
okutturacak yolları yeterince bulamaması gibi sorunlara rağmen, Kitab-ı Zuhur
bizim yazınımızda pek fazla muadili bulunmayan bir deneme olarak önemli bir
yerde duruyor.
Metnin,
birçok noktada paylaştığım ama yine birçok noktada fazlaca kimlik merkezli
bulduğum eleştirel siyasi duruşu ise başka tartışmaların konusu olmayı
beklemeye devam ediyor.
Sonbaharını
yaşadığı söylenebilecek postmodern edebiyatın bu hazan günlerinde, Türkçenin
dallarında açmış ayrıksı bir yaprak Bülent Yıldız’ın ilk romanı. Kitabın güçlü
pasajlarından birinde söyleneni dikkate alıp bu yaprak hakkında kuşkucu
davranmalı mıyız, bilinmez:
“Daha önce
yaşadığın bir sahne tekerrür ediyor ise bundan şüphe duy demişti bana hayat.
Aynı şey ikinci kez oluyor ise gardını al diye kulağımı çekmişti. Çünkü üçüncü
tekrarda kroşeyi yemiş, nakavt olmuş olursun… Olmuştum, olmuşlardı,
olmuşlarmış, ordan biliyorum.”
(Barış
Yıldırım tarafından yazılmış bu yazı ilk olarak Mesele dergisinin Eylül 2012
69’uncu sayısında, sonra Ekim 2012’de Mimesis-dergi.org’ta yayımlanmıştır.)
[i]
Sonrasında konuştuğum Bülent Yıldız, bu sanatçıların kurgusal olmadıklarını
söyledi. Ama ben anagramı kendi başıma çözemediğim için böyle belirtmeyi tercih
ettim. Bu vesileyle, bu yazının hazırlanışı sırasındaki açık ve dostça
yardımları ve düzeltmeleri için Bülent Yıldız’a teşekkür ederim; onun uyarıları
gösterdi ki metnin labirentlerinde dolaşırken ben de kimi zaman kaybolmuşum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder