26 Haziran 2014 Perşembe

Jean Genet üzerine analitik bir okuma: Kötülüğün Toplumsal Meleği ya da Genet’de Düalite Sorunsalı


Genet’yi bütünüyle anlatabilmek mümkün mü? Bunun bir cevabı yok. Cevabı, Genet’nin dünyasının ontolojik anlamını çözümleyebilme koşuluna bağlı. Jean Genet’yi okumak ilk etapta hızla giden bir arabanın duvara çarpmasına benzetilebilir. Öncelikle oluşan büyük bir şok, tereddüt ve panik halidir. Eğer araba vazgeçilmez bir nesne, yaşamın olmazsa olmazı ise, şok, tereddüt ve paniğin ardından yıkımın gelme tehlikesi olasıdır. Elinizde bulunan her şeyin yok olduğu hissi uyanabilir. Bu durum, zihnin abandone olduğu andır.
Öte yandan ilk okuyan için Genet, Lacancı aynanın karşısında kendini anlamlandırmaya çalışan; “mübadele içinde sahip olduğu benliğin nesnelere, nesnelerin ise bu benliğe geçip durmasının”[1] şaşkınlığını yaşayan olarak kendine yabancılaşmayı ifade eder. Bu durum bir apati anıdır. Aynada gördüğü imgesine anlam veremeyen; kendini kaybettiğini sanıp bulduğu, bulduğunu sanıp kaybettiği andır.
Benzer bir sarsılmayı, J.P.Sartre’ın, Genet’nin hayatından yola çıkarak yazdığı Aziz Genet adlı kitabı okuyan Bataille de yaşamaktadır. Bataille’e göre Genet’nin yaşantısı ve kişiliği, Sartre’ın çalışmasına layık olabilecek en iyi konulardan birini oluşturuyor:

Bu kitabı bitirdiğinde insan, karmakarışık bir felaket ve evrensel bir aldatmaca yaşadığı duygusuna kapılıyor; bununla birlikte eserin her şeyi reddeden, başkaldıran, öfkeden deliye dönmüş günümüz insanının durumuna ışık tuttuğunu söylemeliyiz… Sonuç olarak Saint Genet’deki açıklamalarda yer alan hiçbir şey bende hayranlık uyandırmıyor; “hiçlik” ve en çekici değerlerin olumsuzlanması hırsından başka.[2]

Genet’nin hayatının insanda yarattığı değersizlik hissi ve hiçlik duygusu önemli bir nedene dayanıyor. Heidegger ve Sartre’ın varoluşcu felsefesinin temel analitik zeminini oluşturan bu nedene göre Jean Genet, “Dasein”in görünen tipik bir temsilcisidir ve dünyaya atılışının bilincinde olan Genet’nin, nihilist bir varlık olarak ortaya çıkmasının nedenleri onun bu yaşamında gizlidir.

Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslahevinden kaçtı, hırsızlık ve soygun yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı… Hayatını bilinçli olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi; her koşulda, mümkün olan en kötü şekilde davranmaya karar verdi ve en büyük alçaklığın kötü şeyler yapmak değil kötülüğü ortaya dökmek olduğunu düşündüğü için hapishanede kötülüğü öven kitaplar yazdı.[3]

İnsanın yapısını, varlık sorunsalını problematize eden olarak açıklayan varlouşçu yaklaşım, varlık’ı soruşturacak olan insanın varolana atılmışlığının farkında olduğunu ve bu atılmışlığını soruşturan bir konuma sahip olduğunu belirtir. Bu anlamıyla varolmak, dünyada olmanın dışına çıkmak ve varlığa yönelmek anlamına gelmektedir.
Ailesi tarafından terk edildiği için bu dışlanmışlık gerçeğini, ya erkeklerin sevgisini çalarak ya da başka şeyler “çalarak” öğrenen ve bu yaşam pratiğini, kendisini dışlayan dünyayı kararlı olarak dışlama bilinciyle açıklayan Genet, Sartre’ın bu varoluşçu yaklaşımlarını haklı çıkarır.   

Kötülük çiçeği
Bataille göre de, “mümkün olana sırtını dönerek, imkânsıza yelken açan” Genet’nin kötülüğünün temel nedeni, onun yaşamsal varoluşundan kaynaklanmaktadır ve bu seçim son derece bilinçli bir tepkinin ürünüdür. Tepki, onun da içinde yaşadığı ama yaşam biçimi olarak dışına düştüğü topluma ve dahası böyle bir toplumu yaratan sisteme karşıdır. Genet, varoluşçu paradigmayı haklı çıkarırcasına dünyada olma halinin dışına çıkarak (düşerek), “çevresinde olan”ı temsil etmektedir.[4] Çevresinde olan için dünya artık ampirik nesneler dünyası değil, yaşantının işlevselliği ile görülmeye başlanan bir özneleşme sürecidir ve “düşmüş” olanın kendi tepkimelerini içerir. Bu yüzden dünyanın çevresine düşmüş olan Genet de, başkalarının iyilik arayışına girmesi gibi “kötülüğün” peşine düşer. Ama ondaki kötülük, var olan yasalar ya da değerlerin karşısına çıkardığı başkaldırıdır. Tıpkı Doktor Faustus’un, aziz olmak için tanrıya başkaldırması sonucu Mefistofeles’in peşine takılması gibi.
Çığrından çıkmış olan dünyanın yasalarının ahlak ve erdemle çelişkili olduğunu düşünen Doktor Faustus’a göre bunun tek nedeni, bu yasaları hazırlayan tanrıdır. Çünkü tanrı, bir tuzak kurup insanları bir lanetin içine atmıştır ve insanlar ne yaparsa yapsın, kendisine sonsuz biat etmedikleri sürece bu lanetten kurtulamayacaktır. Bu yüzden Faustus kendi yasalarını koymak adına kendine ait bir bilinç yaratmak ister ve bunun için tanrıya isyan eden Mefistofeles ile anlaşır. Faustus, kendi yasalarını oluşturmaya başladığı andan itibaren ise artık bir “kötüdür.” Ama bu “kötülük,” tanrısal yasaların, değerlerin ve erdemlerin karşısında olan bir “kötülüktür.” Bu noktada Faustus artık bir erdem temsilcisidir. O, sistem için “kötüdür.” Tıpkı Genet gibi. Genet’nin, kendini kayıtsız şartsız kötülüğe adaması, onu toplum dışı yapan “iyiler” dünyasından aldığı bir intikamdır. “İyiler” dünyasını kim yaratmıştır öyleyse? Genet’nin Faustus’la benzerlik yaşadığı noktalardan biri de budur. Genet’nin de içinde yaşadığı dünyanın genel evrensel değerlerini yaratan toplumsal sistem ve sistemin ideolojik kurumları, Genet gibi insanları dışlayan, ötekileştiren bir “iyilik” düzeni yaratır. Eğer bu iyilikse, Genet’nin “kötü olması” ötekileştirilenlerin yalnızca erdemi olabilir. Genet’nin “kötülüğü”, ötekinin kutsanmasından başka bir anlama gelmez. Kötülerin gözüyle bakıldığında Genet iyidir. Tıpkı, İsa’nın, tüm günahkârların bedelini ödeyerek “aziz” olması gibi, Genet de tüm kötülerin en kötüsü olmayı tercih etmekle kötülerin azizi olmayı istemektedir. Meleklerin kafalarında bulunan iyilik halesi gibi, Genet’nin kafasında da “kötülük” halesi bulunmaktadır. “Ben hiçbir zaman bir insanı soymadım, bir işlevi soydum. İşlev de umurumda değil.”[5] Derken Genet, kötülüğünün isyankâr, haklı ve meşru zeminini netleştirir.
Kötülüğü seçmekle Genet, mevcut değerler üzerine bir sorgulama başlatır ve okuru/izleyiciyi de bu sorgulamasının içine çeker. Böyle bir dünyada “iyi” olmak, böyle bir dünyayı savunmakla eş anlamlıdır. Çünkü “iyi ve ahlaklı” olmanın ölçütü, ötekilerin ötekileştirilmesini dayatmaktadır ve Genet için bu olası değildir. Kendini “aşağılık” olarak gören ve bunu bilinçli bir tercih olarak seçen Genet, “aşağılık” olma halini, onurlu bir durum olarak telakki eder. Beyaz olmaktansa siyah olmayı tercih etmektedir. Beyazlar dünyasında “beyaz bir zenci” olan Genet için onurlu olmak kötülük isteğidir ve kötülüğü dayatan tanrısal yasalardır. Kötü olmayı tercih ettiği için de tanrısal ve sistemsel yasalara biat eden “iyi” insanlar gibi olmayı reddeder. Bu yüzden aziz olmayı ister. Çünkü kötülük ve azizlik arasında bu yönde bir ilişki vardır.

Zaten “aziz” kelimesinin “kutsal” anlamına geldiğini; kutsalın yasak, şiddet, tehlike olduğunu ve ona dokunmanın bile yok olmaya yettiğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız: İşte kötülük budur. En derin azizlik anlayışı Genet’ninkidir: Çünkü o, yeryüzüne Kötülüğü, “kutsal”ı, yasağı getirir.[6]                                     
                                                                                       
Jean Genet, önemsenen tüm değerleri, erdemleri anlamsızlaştıran ve hiçleştiren önemli bir “kötülük” timsaline dönüşür ve “iyi” olmanın sınırını gösterir. Bu durumu “isyanın ahlaki aşaması” olarak değerlendiren Sartre’a göre, tepkinin sınırını bu onur duygusu belirlemektedir. Ama buradaki onur, ortak onurun tersidir. Genet’ye göre onur, kötülük yapma isteğinden başka bir anlama gelmez. Bu yüzden Genet’nin lügatında “aşağılık toplum” lafı yer almaz. Çünkü “aşağılık” olan kendisidir ve “aşağılık” olma durumunun ikili bir yönü bulunmaktadır Genet’nin hayatında. Hem dışlanmış insanların tutumu olduğu için olumlu bir durumu ifade etmektedir ve hem de Genet’nin cinselliğinde acıdan kaynaklı haz duygusu yaratmaktadır. Onun için “aşağılık” olmak törensel bir durumdur ve aziz olmak ile eş anlamlıdır.

Genet, beraberinde yalnızca büyük acılar getirse bile aşağılık olmak ister. Acı çekmek için ister aşağılık olmayı. Sarhoş edici cazibesi için aşağılık olmayı ister; esrime halindeki bir dindar nasıl kaybolup gidiyorsa Tanrı’da, işte öyle bütünleşir aşağılık olmayla. Jean Genet’nin onurunun ya da azizliğinin başka anlamı yoktur: Tek çıkar yol aşağılık olmaktır.[7]

Bu yüzden Genet egemen olana sonsuz ilgi duymaktadır. Çünkü egemen olanı sevmek aşağılık duygusu hissettirmektedir. Bataille’e göre Genet, kötülüğün içinde kaldığı sürece egemence ilişki kurabilirdi. Bu yüzden kötülük ve egemenlik birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Kötülüğün mükemmel bir kötülük olabilmesi için de cezalandırılması gerekmektedir ve bu yüzden Genet, önünde eğilinmesi gereken otoritenin karşısında tereddüt etmez. Bu tamamen cinsel bir hazdır ve aşağılanma olgusunun ikinci yönünü temsil eder. Bu durum bir tür egemenlik ilişkisidir. Egemenlik, hayatı sürdüren kuralların üstüne çıkmaktır ve öz itibari ile azizlikten farklı değildir. Aziz, ölüme doğru giderken, egemen ölümü kendi üstüne çekmektedir. Egemenlik ilişkisi kurmak ya da egemen olanı sevmek Bataille’e göre şiddetli kötülük isteğidir ve bu durum kutsal olanın derin anlamlarını ortaya çıkararak kendini gösterir. Kötü olmak, egemence ilişki kurmak ve aşağılanmak-öteki olmak Genet’nin hayatında aziz olmanın hem nedeni hem de sonucu olmaktadır.

Özün olumsuzlanması
Genet, tüm değerleri anlamsızlaştıran olarak mükemmel kötülüğün peşinden koşmaktadır. Bataille’e göre Genet’nin bu yaşam biçimi “kirli bir lezzet” taşımaktadır ve Sartre, Genet’nin kişiliğindeki bu soylu hali saptamakla da yerinde bir değerlendirme yapmıştır. Yine de Bataille, “kirli bir lezzet” taşısa da, Genet’nin büyük yazarlarla boy ölçüşebilecek bir yazar olmadığını ve Genet’nin bu denli ilgi çekmesini Sartre’a borçlu olduğunu belirtir. Özgün ve yetenekli olmasına rağmen Genet’nin kafası karışıktır Bataille’e göre. Doğrusu Genet’deki kafa karışıklığı düalist bir tipoloji çizmesinden kaynaklanmaktadır. Genet, iki ayrı kişiliği tek bünyede toplanmış bir duruştur. Bir yönüyle ayna karşısında birbirinin anlamını arayan ve hangisinin gerçek olduğu pek bilinmeyen bir var oluş pratiği sergilemektedir.
Kötülük, egemenlik ilişkisi, dışlanmışlık ve aşağılanma konularını yazılarının temel problematiği haline getiren Genet’nin düalist yapısı, bu konuları farklı söylem düzleminde dile getirerek alenileşir. Oyunlarındaki söylem düzlemi ile romanlarındaki söylem düzlemi arasında bulunan açı farkı, Genet’nin “aşağılanma” olgusuna kattığı ikili anlama benzemektedir.
Oyunları referans alındığında Genet, ötekilerin aşağılanmalarının toplumsal yönlerini dışavurmaktadır. Bir yönüyle dışlanmışların ve aşağılanmışların, dışlayan ve aşağılayan sistemden toplumsal intikamlarını almaktadır. Oyunlarındaki temel ekseni, gerçekliğin rol dolayımı ile yadsınmasına ve olumsuzlanmasına dayandıran Genet, görünen gerçekliğin sahteliğini vurgulamaktadır. Hiçbir toplumsal düzenin gerçeklik üzerine inşa edilemeyeceğini vurguladığı noktada ise otoriteryen olan toplumsal düzenlerin ötekini özgürleştiremeyeceğine işaret eder. Çünkü gerçeklik denen durum maskeler tarafından perdelenmiştir; gerçekliğin kendisi maskedir ve bu maskelerin ardı asıl gerçekliği barındırmamaktadır; boştur: “Görünüm ile öz arasındaki bilinen denklem tersine çevrilmiştir. Yapay görünüm özün kendisidir.”[8] Çünkü gerçeklik sahte ise onun ardındaki de sahtedir. Bu yüzden Genet, toplumsal planda, mevcut yasaların ötekini hiçleştirmesini hiçleştirerek ötekinin varlığını meşrulaştıran politik bir çizgide durur. Genet’nin politikliği, ideolojik bir zemine oturmaz kuşkusuz. Onun politik duruşu, mevcut kurallar, erdemler tarafından “kötü” gösterilenin yanında olmak, onları desteklemektir. Genet’nin, ideolojik yönelimleri birbirlerinden çok farklı olan, Kara Panterler örgütüne, RAF’a, FKÖ.’ne ve üçüncü dünya ülkelerine destek vermesinin nedeni de bu bakıştan beslenmektedir. Gücünü mağdurluğundan değil meşruluğundan alan dışlanmışların bu var oluşunu devam ettirebilmesi için de meşruluklarının temel kaynağı olan “kötülüğe” devam etmeleri ve “suç” işlemeleri gerekmektedir. “Kötü” olmayı reddetmekle otoriteyi kabul etmek arasında ince bir çizgi bulunur Genet’nin dünyasında. Bu ince çizgi ise, onlara benzemeyi dayatmaktadır. Mutlaka beyazlara oynanması gerektiğini belirttiği ve mutlaka siyah oyuncuların oynamasını istediği Zenciler oyununda, suç işlemeyi reddeden bir zenciye de bunu hatırlatır Genet:

KELLERKELİ: Siktirin gidin öyleyse.! Çık! Hadi defol. Al onu da git onlara (Seyircileri gösterir)… eğer seni kabul ediyorlarsa başarırsan, gel bana haber ver. Fakat her şeyden önce renklerinin birazcık beyazlatmaya çalışın. Siktirin gidin, inin. Gidin onlarla ve seyirci olun.[9]

Genet olanlara ne seyirci olmak ister, ne de onlara benzemek. Bu yüzden oyunlarını bu eksende örerek toplumsal duruşunu, toplumsal pratikle de destekler. Ama aynı Genet, romanlarında ve bireysel yaşantısında ters bir istikamette durmaktadır. Romanları söz konusu olduğunda toplumsallığın yerini tikelleşme alır. Ve bu durum aşağılanmanın cinsel hazzına indirgenir. Toplumsal pratik içinde aşağılananların, ötekilerin yanında yer alarak otoriteye karşı çıkan ve bunu oyunlarının temel ekseni haline getiren Genet, romanlarında tam tersini ele almayı tercih ederek otoritenin karşısında aşağılanmayı, edilgen bir nesne olmayı tercih eder ve bundan cinsel bir haz alır. Bataille, Genet’nin romanlarının edebi olmadığı konusunda ısrarcıdır. Ona göre Genet’nin anlatıları ilgi çekici olmasına rağmen sürükleyici değildir ve mücevher güzelliğinde fakat zevksizdir.[10]Bataille’in bu haklı ve isabetli tespitinin en temel nedeni kuşkusuz Genet’nin, iletişime kapalı, tikel bir çerçeveye hapsolmasından ve söylem düzlemini kaba cinsel noktayla sınırlamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla da karşımıza iki ayrı Genet imgesi çıkmaktadır.
Bir yanda, ötekini kutsayan, toplumsal yaşam içinde ötekilerin yanında yer alan ve oyunlarında da ötekilerin isyanını dile getiren toplumsal Genet imgesi görülürken, diğer yanda romanlarında iletişimi nesneleştirerek okuyucuyu reddeden ve cinselliğinde de aşağılanmayı isteyen tikel bir Genet imgesi vardır. Oyunlarındaki yanılsamalar dünyası ne kadar gerçekse, Genet’nin bu parçalı yapısı da o kadar gerçektir.
Genet’nin düalist bir yapı arz eden bu görüntüsü, Lacan’cı anlamda, “imgesel” dönemin benlik oluşturamayan çocuğuna benzemektedir. İki farklı Genet görüntüsü arasında bir bütünlüğün olmaması, kendi gerçekliğini olumsuzlayan olarak görülebilir. Bu tutarlılık mıdır? Her şeyin sahte olduğunu imleyen, görünüm ve özün bildik kaidelerini tersine çeviren Genet’nin dünyası göz önüne alındığında bunda tutarsızlık görmek pek mümkün değil. Bu durumda Lacancı imgesel dönem tarifinde vücut bulan özne-nesne ayrımını yapamayan çocuğun edilgen durumu Genet’yi en iyi tarif eden durumlardan biri olmaktadır. Böyle bakıldığında Genet’yi bütünlüklü bir özne olarak tarif etmek oldukça güçtür. Bu varolma biçimini Bataille, yazarın şekilsiz olan niyetiyle açıklar. Bataille’e göre Genet’yi peşinden sürükleyen tek şey, “belirsiz bir hareket; ya da, en azından, daha baştan parçalanmış, karmakarışık bir tutku”[11] olmaktadır. 
Lacan, ayna evresi dediği ve çocuğun imgesel dönemde özne-nesne ayrımı yapamayan “şey” olma durumunu, benlik merkezinin oluşmaması düzleminde açıklarken, Bataille Genet’nin “şey” olma durumunu, okurla iletişimi reddederek edilgen konumda kalmasıyla ve edilgen olmayı istemesiyle ilişkilendirir. Çünkü iletişim, şeyleşmenin karşıtıdır. “Şey”i tanımlayan durum, iletişimden yalıtılmış olmasıdır. Çünkü sistem bizleri geçirimsiz nesneler haline getirmiştir. Bunu biliriz. Bunu paylaşmak, nesne olmaktan çıkmayı, anlaşma zemini yaratmayı sağlar. Oysa Genet bunu reddeder. Çünkü bizimle iletişim kurmayı reddeder. Oysa yalnızca nesneler hiçbir şekilde iletişim kuramazlar. Geçirimsizdirler. Dolayısıyla kötülerin toplumsal meleği Genet, özünü olumsuzlayan olarak tek başına egemen olma isteğiyle egemenliğe de ihanet etmektedir. Ama ihanet Genet’nin dünyasında zaten kötülüğün en belirgin şeklidir. Bu bir döngüdür ve bu döngü Genet’nin kaotik dünyasını göstermektedir.




[1] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev.: Esen Tarım, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları),  s.185.
[2] Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, Çev.: Ayşegül Sönmezay, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997), s.139-140.
[3] age. s.138.
[4]“Çevresinde olmak”, varoluşçu paradigma içinde, dünyada olmanın dışına çıkmaktır. Bu dışarıya doğru kaçış kendini kaygı kavramında somutlar. Kaygı ise, günlük kullanım anlamında psişik bir süreci değil tersine varolma anını anlatmaktadır. İşte, özellikle de Heidegger’in altını çizdiği bu kaygı kavramının üç yapısal yönü bulunmaktadır. İlki, dünyayı önünde bulma, ikincisi henüz içinde olma ve üçüncüsü çevresinde olmadır. Dünyayı önünde bulma kendini dünyaya atılmış olmayla ifade ederken, henüz içinde olma kendini atılmışlık sonucu dünyayla ilişkisel ve heyecansal bir süreci tarif eder. Çevresinde olma ise düşmüşlük tanımında anlam kazanır. (Ayrıntı için bkz. Paul Hühnerfeld, Heidegger: Bir Filozof, Bir Alman, Çev: Doğan Özlem, Paradigma yayınları, s.63-70.)
[5] Jean Genet, Açık Düşman, Çev.:Sosi Dolanoğlu, (İstanbul: Metis Yayınları, 1994), s.28.
[6] G. Bataille, ön. Ver. s.148.
[7] age. s.142.
[8] Chrıstopher Innes, Avant-Garde Tiyatro, Çev.:Beliz Güçbilmez-Aziz Kahraman, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2004), s.150.
[9] Jean Genet, Zenciler, Çev.: Nami Başer, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000), s.36.
[10] G. Bataille, ön.ver. s.159.
[11] G. Bataille, age. s.157.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder