Genet’yi bütünüyle anlatabilmek mümkün mü? Bunun bir cevabı yok. Cevabı,
Genet’nin dünyasının ontolojik anlamını çözümleyebilme koşuluna bağlı. Jean
Genet’yi okumak ilk etapta hızla giden bir arabanın duvara çarpmasına benzetilebilir.
Öncelikle oluşan büyük bir şok, tereddüt ve panik halidir. Eğer araba
vazgeçilmez bir nesne, yaşamın olmazsa olmazı ise, şok, tereddüt ve paniğin
ardından yıkımın gelme tehlikesi olasıdır. Elinizde bulunan her şeyin yok
olduğu hissi uyanabilir. Bu durum, zihnin abandone olduğu andır.
Öte yandan ilk okuyan için Genet, Lacancı aynanın karşısında kendini
anlamlandırmaya çalışan; “mübadele içinde sahip olduğu benliğin nesnelere,
nesnelerin ise bu benliğe geçip durmasının”[1]
şaşkınlığını yaşayan olarak kendine yabancılaşmayı ifade eder. Bu durum bir
apati anıdır. Aynada gördüğü imgesine anlam veremeyen; kendini kaybettiğini
sanıp bulduğu, bulduğunu sanıp kaybettiği andır.
Benzer bir sarsılmayı, J.P.Sartre’ın, Genet’nin hayatından yola çıkarak
yazdığı Aziz Genet adlı kitabı okuyan
Bataille de yaşamaktadır. Bataille’e göre Genet’nin yaşantısı ve kişiliği,
Sartre’ın çalışmasına layık olabilecek en iyi konulardan birini oluşturuyor:
Bu
kitabı bitirdiğinde insan, karmakarışık bir felaket ve evrensel bir aldatmaca
yaşadığı duygusuna kapılıyor; bununla birlikte eserin her şeyi reddeden,
başkaldıran, öfkeden deliye dönmüş günümüz insanının durumuna ışık tuttuğunu
söylemeliyiz… Sonuç olarak Saint Genet’deki
açıklamalarda yer alan hiçbir şey bende hayranlık uyandırmıyor; “hiçlik” ve en
çekici değerlerin olumsuzlanması hırsından başka.[2]
Genet’nin hayatının insanda yarattığı değersizlik hissi ve hiçlik duygusu
önemli bir nedene dayanıyor. Heidegger ve Sartre’ın varoluşcu felsefesinin
temel analitik zeminini oluşturan bu nedene göre Jean Genet, “Dasein”in görünen
tipik bir temsilcisidir ve dünyaya atılışının bilincinde olan Genet’nin,
nihilist bir varlık olarak ortaya çıkmasının nedenleri onun bu yaşamında
gizlidir.
Terk
edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya
başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde
hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslahevinden kaçtı, hırsızlık ve soygun
yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı… Hayatını bilinçli
olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi; her koşulda, mümkün olan en kötü şekilde
davranmaya karar verdi ve en büyük alçaklığın kötü şeyler yapmak değil kötülüğü
ortaya dökmek olduğunu düşündüğü için hapishanede kötülüğü öven kitaplar yazdı.[3]
İnsanın yapısını, varlık sorunsalını problematize eden olarak açıklayan
varlouşçu yaklaşım, varlık’ı soruşturacak olan insanın varolana atılmışlığının
farkında olduğunu ve bu atılmışlığını soruşturan bir konuma sahip olduğunu
belirtir. Bu anlamıyla varolmak, dünyada olmanın dışına çıkmak ve varlığa
yönelmek anlamına gelmektedir.
Ailesi tarafından terk edildiği için bu dışlanmışlık gerçeğini, ya
erkeklerin sevgisini çalarak ya da başka şeyler “çalarak” öğrenen ve bu yaşam
pratiğini, kendisini dışlayan dünyayı kararlı olarak dışlama bilinciyle
açıklayan Genet, Sartre’ın bu varoluşçu yaklaşımlarını haklı çıkarır.
Kötülük çiçeği
Bataille göre de, “mümkün olana sırtını dönerek, imkânsıza yelken açan”
Genet’nin kötülüğünün temel nedeni, onun yaşamsal varoluşundan
kaynaklanmaktadır ve bu seçim son derece bilinçli bir tepkinin ürünüdür. Tepki,
onun da içinde yaşadığı ama yaşam biçimi olarak dışına düştüğü topluma ve
dahası böyle bir toplumu yaratan sisteme karşıdır. Genet, varoluşçu paradigmayı
haklı çıkarırcasına dünyada olma halinin dışına çıkarak (düşerek), “çevresinde
olan”ı temsil etmektedir.[4]
Çevresinde olan için dünya artık ampirik nesneler dünyası değil, yaşantının
işlevselliği ile görülmeye başlanan bir özneleşme sürecidir ve “düşmüş” olanın
kendi tepkimelerini içerir. Bu yüzden dünyanın çevresine düşmüş olan Genet de,
başkalarının iyilik arayışına girmesi gibi “kötülüğün” peşine düşer. Ama ondaki
kötülük, var olan yasalar ya da değerlerin karşısına çıkardığı başkaldırıdır.
Tıpkı Doktor Faustus’un, aziz olmak için tanrıya başkaldırması sonucu
Mefistofeles’in peşine takılması gibi.
Çığrından çıkmış olan dünyanın yasalarının ahlak ve erdemle çelişkili
olduğunu düşünen Doktor Faustus’a göre bunun tek nedeni, bu yasaları hazırlayan
tanrıdır. Çünkü tanrı, bir tuzak kurup insanları bir lanetin içine atmıştır ve
insanlar ne yaparsa yapsın, kendisine sonsuz biat etmedikleri sürece bu
lanetten kurtulamayacaktır. Bu yüzden Faustus kendi yasalarını koymak adına
kendine ait bir bilinç yaratmak ister ve bunun için tanrıya isyan eden
Mefistofeles ile anlaşır. Faustus, kendi yasalarını oluşturmaya başladığı andan
itibaren ise artık bir “kötüdür.” Ama bu “kötülük,” tanrısal yasaların,
değerlerin ve erdemlerin karşısında olan bir “kötülüktür.” Bu noktada Faustus
artık bir erdem temsilcisidir. O, sistem için “kötüdür.” Tıpkı Genet gibi.
Genet’nin, kendini kayıtsız şartsız kötülüğe adaması, onu toplum dışı yapan
“iyiler” dünyasından aldığı bir intikamdır. “İyiler” dünyasını kim yaratmıştır
öyleyse? Genet’nin Faustus’la benzerlik yaşadığı noktalardan biri de budur.
Genet’nin de içinde yaşadığı dünyanın genel evrensel değerlerini yaratan
toplumsal sistem ve sistemin ideolojik kurumları, Genet gibi insanları dışlayan,
ötekileştiren bir “iyilik” düzeni yaratır. Eğer bu iyilikse, Genet’nin “kötü
olması” ötekileştirilenlerin yalnızca erdemi olabilir. Genet’nin “kötülüğü”,
ötekinin kutsanmasından başka bir anlama gelmez. Kötülerin gözüyle bakıldığında
Genet iyidir. Tıpkı, İsa’nın, tüm günahkârların bedelini ödeyerek “aziz” olması
gibi, Genet de tüm kötülerin en kötüsü olmayı tercih etmekle kötülerin azizi
olmayı istemektedir. Meleklerin kafalarında bulunan iyilik halesi gibi,
Genet’nin kafasında da “kötülük” halesi bulunmaktadır. “Ben hiçbir zaman bir insanı soymadım, bir işlevi soydum. İşlev de
umurumda değil.”[5]
Derken Genet, kötülüğünün isyankâr, haklı ve meşru zeminini netleştirir.
Kötülüğü seçmekle Genet, mevcut değerler üzerine bir sorgulama başlatır
ve okuru/izleyiciyi de bu sorgulamasının içine çeker. Böyle bir dünyada “iyi”
olmak, böyle bir dünyayı savunmakla eş anlamlıdır. Çünkü “iyi ve ahlaklı”
olmanın ölçütü, ötekilerin ötekileştirilmesini dayatmaktadır ve Genet için bu
olası değildir. Kendini “aşağılık” olarak gören ve bunu bilinçli bir tercih
olarak seçen Genet, “aşağılık” olma halini, onurlu bir durum olarak telakki
eder. Beyaz olmaktansa siyah olmayı tercih etmektedir. Beyazlar dünyasında
“beyaz bir zenci” olan Genet için onurlu olmak kötülük isteğidir ve kötülüğü
dayatan tanrısal yasalardır. Kötü olmayı tercih ettiği için de tanrısal ve
sistemsel yasalara biat eden “iyi” insanlar gibi olmayı reddeder. Bu yüzden
aziz olmayı ister. Çünkü kötülük ve azizlik arasında bu yönde bir ilişki
vardır.
Zaten
“aziz” kelimesinin “kutsal” anlamına geldiğini; kutsalın yasak, şiddet, tehlike
olduğunu ve ona dokunmanın bile yok olmaya yettiğini hiçbir zaman akıldan
çıkarmamalıyız: İşte kötülük budur. En derin azizlik anlayışı Genet’ninkidir:
Çünkü o, yeryüzüne Kötülüğü, “kutsal”ı, yasağı getirir.[6]
Jean Genet, önemsenen tüm değerleri, erdemleri anlamsızlaştıran ve
hiçleştiren önemli bir “kötülük” timsaline dönüşür ve “iyi” olmanın sınırını
gösterir. Bu durumu “isyanın ahlaki aşaması” olarak değerlendiren Sartre’a
göre, tepkinin sınırını bu onur duygusu belirlemektedir. Ama buradaki onur,
ortak onurun tersidir. Genet’ye göre onur, kötülük yapma isteğinden başka bir
anlama gelmez. Bu yüzden Genet’nin lügatında “aşağılık toplum” lafı yer almaz.
Çünkü “aşağılık” olan kendisidir ve “aşağılık” olma durumunun ikili bir yönü bulunmaktadır
Genet’nin hayatında. Hem dışlanmış insanların tutumu olduğu için olumlu bir
durumu ifade etmektedir ve hem de Genet’nin cinselliğinde acıdan kaynaklı haz
duygusu yaratmaktadır. Onun için “aşağılık” olmak törensel bir durumdur ve aziz
olmak ile eş anlamlıdır.
Genet,
beraberinde yalnızca büyük acılar getirse bile aşağılık olmak ister. Acı çekmek
için ister aşağılık olmayı. Sarhoş edici cazibesi için aşağılık olmayı ister;
esrime halindeki bir dindar nasıl kaybolup gidiyorsa Tanrı’da, işte öyle bütünleşir
aşağılık olmayla. Jean Genet’nin onurunun ya da azizliğinin başka anlamı
yoktur: Tek çıkar yol aşağılık olmaktır.[7]
Bu yüzden Genet egemen olana sonsuz ilgi duymaktadır.
Çünkü egemen olanı sevmek aşağılık duygusu hissettirmektedir. Bataille’e göre
Genet, kötülüğün içinde kaldığı sürece egemence ilişki kurabilirdi. Bu yüzden
kötülük ve egemenlik birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Kötülüğün mükemmel bir
kötülük olabilmesi için de cezalandırılması gerekmektedir ve bu yüzden Genet,
önünde eğilinmesi gereken otoritenin karşısında tereddüt etmez. Bu tamamen
cinsel bir hazdır ve aşağılanma olgusunun ikinci yönünü temsil eder. Bu durum
bir tür egemenlik ilişkisidir. Egemenlik, hayatı sürdüren kuralların üstüne
çıkmaktır ve öz itibari ile azizlikten farklı değildir. Aziz, ölüme doğru
giderken, egemen ölümü kendi üstüne çekmektedir. Egemenlik ilişkisi kurmak ya
da egemen olanı sevmek Bataille’e göre şiddetli kötülük isteğidir ve bu durum
kutsal olanın derin anlamlarını ortaya çıkararak kendini gösterir. Kötü olmak,
egemence ilişki kurmak ve aşağılanmak-öteki olmak Genet’nin hayatında aziz
olmanın hem nedeni hem de sonucu olmaktadır.
Özün
olumsuzlanması
Genet, tüm değerleri anlamsızlaştıran olarak mükemmel
kötülüğün peşinden koşmaktadır. Bataille’e göre Genet’nin bu yaşam biçimi
“kirli bir lezzet” taşımaktadır ve Sartre, Genet’nin kişiliğindeki bu soylu
hali saptamakla da yerinde bir değerlendirme yapmıştır. Yine de Bataille,
“kirli bir lezzet” taşısa da, Genet’nin büyük yazarlarla boy ölçüşebilecek bir
yazar olmadığını ve Genet’nin bu denli ilgi çekmesini Sartre’a borçlu olduğunu
belirtir. Özgün ve yetenekli olmasına rağmen Genet’nin kafası karışıktır
Bataille’e göre. Doğrusu Genet’deki kafa karışıklığı düalist bir tipoloji
çizmesinden kaynaklanmaktadır. Genet, iki ayrı kişiliği tek bünyede toplanmış
bir duruştur. Bir yönüyle ayna karşısında birbirinin anlamını arayan ve
hangisinin gerçek olduğu pek bilinmeyen bir var oluş pratiği sergilemektedir.
Kötülük, egemenlik ilişkisi, dışlanmışlık ve
aşağılanma konularını yazılarının temel problematiği haline getiren Genet’nin
düalist yapısı, bu konuları farklı söylem düzleminde dile getirerek alenileşir.
Oyunlarındaki söylem düzlemi ile romanlarındaki söylem düzlemi arasında bulunan
açı farkı, Genet’nin “aşağılanma” olgusuna kattığı ikili anlama benzemektedir.
Oyunları referans alındığında Genet, ötekilerin
aşağılanmalarının toplumsal yönlerini dışavurmaktadır. Bir yönüyle
dışlanmışların ve aşağılanmışların, dışlayan ve aşağılayan sistemden toplumsal
intikamlarını almaktadır. Oyunlarındaki temel ekseni, gerçekliğin rol dolayımı
ile yadsınmasına ve olumsuzlanmasına dayandıran Genet, görünen gerçekliğin
sahteliğini vurgulamaktadır. Hiçbir toplumsal düzenin gerçeklik üzerine inşa
edilemeyeceğini vurguladığı noktada ise otoriteryen olan toplumsal düzenlerin
ötekini özgürleştiremeyeceğine işaret eder. Çünkü gerçeklik denen durum
maskeler tarafından perdelenmiştir; gerçekliğin kendisi maskedir ve bu
maskelerin ardı asıl gerçekliği barındırmamaktadır; boştur: “Görünüm ile öz arasındaki bilinen denklem
tersine çevrilmiştir. Yapay görünüm özün kendisidir.”[8] Çünkü
gerçeklik sahte ise onun ardındaki de sahtedir. Bu yüzden Genet, toplumsal
planda, mevcut yasaların ötekini hiçleştirmesini hiçleştirerek ötekinin
varlığını meşrulaştıran politik bir çizgide durur. Genet’nin politikliği,
ideolojik bir zemine oturmaz kuşkusuz. Onun politik duruşu, mevcut kurallar,
erdemler tarafından “kötü” gösterilenin yanında olmak, onları desteklemektir.
Genet’nin, ideolojik yönelimleri birbirlerinden çok farklı olan, Kara Panterler
örgütüne, RAF’a, FKÖ.’ne ve üçüncü dünya ülkelerine destek vermesinin nedeni de
bu bakıştan beslenmektedir. Gücünü mağdurluğundan değil meşruluğundan alan
dışlanmışların bu var oluşunu devam ettirebilmesi için de meşruluklarının temel
kaynağı olan “kötülüğe” devam etmeleri ve “suç” işlemeleri gerekmektedir.
“Kötü” olmayı reddetmekle otoriteyi kabul etmek arasında ince bir çizgi bulunur
Genet’nin dünyasında. Bu ince çizgi ise, onlara benzemeyi dayatmaktadır.
Mutlaka beyazlara oynanması gerektiğini belirttiği ve mutlaka siyah oyuncuların
oynamasını istediği Zenciler oyununda, suç işlemeyi reddeden bir zenciye
de bunu hatırlatır Genet:
KELLERKELİ: Siktirin gidin öyleyse.! Çık! Hadi defol.
Al onu da git onlara (Seyircileri
gösterir)… eğer seni kabul ediyorlarsa başarırsan, gel bana haber ver.
Fakat her şeyden önce renklerinin birazcık beyazlatmaya çalışın. Siktirin
gidin, inin. Gidin onlarla ve seyirci olun.[9]
Genet olanlara ne seyirci olmak ister, ne de onlara
benzemek. Bu yüzden oyunlarını bu eksende örerek toplumsal duruşunu, toplumsal
pratikle de destekler. Ama aynı Genet, romanlarında ve bireysel yaşantısında
ters bir istikamette durmaktadır. Romanları söz konusu olduğunda toplumsallığın
yerini tikelleşme alır. Ve bu durum aşağılanmanın cinsel hazzına indirgenir.
Toplumsal pratik içinde aşağılananların, ötekilerin yanında yer alarak
otoriteye karşı çıkan ve bunu oyunlarının temel ekseni haline getiren Genet,
romanlarında tam tersini ele almayı tercih ederek otoritenin karşısında
aşağılanmayı, edilgen bir nesne olmayı tercih eder ve bundan cinsel bir haz
alır. Bataille, Genet’nin romanlarının edebi olmadığı konusunda ısrarcıdır. Ona
göre Genet’nin anlatıları ilgi çekici olmasına rağmen sürükleyici değildir ve
mücevher güzelliğinde fakat zevksizdir.[10]Bataille’in
bu haklı ve isabetli tespitinin en temel nedeni kuşkusuz Genet’nin, iletişime
kapalı, tikel bir çerçeveye hapsolmasından ve söylem düzlemini kaba cinsel
noktayla sınırlamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla da karşımıza iki ayrı
Genet imgesi çıkmaktadır.
Bir yanda, ötekini kutsayan, toplumsal yaşam içinde ötekilerin yanında
yer alan ve oyunlarında da ötekilerin isyanını dile getiren toplumsal Genet
imgesi görülürken, diğer yanda romanlarında iletişimi nesneleştirerek okuyucuyu
reddeden ve cinselliğinde de aşağılanmayı isteyen tikel bir Genet imgesi
vardır. Oyunlarındaki yanılsamalar dünyası ne kadar gerçekse, Genet’nin bu
parçalı yapısı da o kadar gerçektir.
Genet’nin düalist bir yapı arz eden bu görüntüsü,
Lacan’cı anlamda, “imgesel” dönemin benlik oluşturamayan çocuğuna
benzemektedir. İki farklı Genet görüntüsü arasında bir bütünlüğün olmaması,
kendi gerçekliğini olumsuzlayan olarak görülebilir. Bu tutarlılık mıdır? Her
şeyin sahte olduğunu imleyen, görünüm ve özün bildik kaidelerini tersine
çeviren Genet’nin dünyası göz önüne alındığında bunda tutarsızlık görmek pek
mümkün değil. Bu durumda Lacancı imgesel dönem tarifinde vücut bulan özne-nesne
ayrımını yapamayan çocuğun edilgen durumu Genet’yi en iyi tarif eden durumlardan
biri olmaktadır. Böyle bakıldığında Genet’yi bütünlüklü bir özne olarak tarif
etmek oldukça güçtür. Bu varolma biçimini Bataille, yazarın şekilsiz olan
niyetiyle açıklar. Bataille’e göre Genet’yi peşinden sürükleyen tek şey,
“belirsiz bir hareket; ya da, en azından, daha baştan parçalanmış, karmakarışık
bir tutku”[11] olmaktadır.
Lacan, ayna evresi dediği ve çocuğun imgesel dönemde
özne-nesne ayrımı yapamayan “şey” olma durumunu, benlik merkezinin oluşmaması
düzleminde açıklarken, Bataille Genet’nin “şey” olma durumunu, okurla iletişimi
reddederek edilgen konumda kalmasıyla ve edilgen olmayı istemesiyle
ilişkilendirir. Çünkü iletişim, şeyleşmenin karşıtıdır. “Şey”i tanımlayan
durum, iletişimden yalıtılmış olmasıdır. Çünkü sistem bizleri geçirimsiz
nesneler haline getirmiştir. Bunu biliriz. Bunu paylaşmak, nesne olmaktan
çıkmayı, anlaşma zemini yaratmayı sağlar. Oysa Genet bunu reddeder. Çünkü
bizimle iletişim kurmayı reddeder. Oysa yalnızca nesneler hiçbir şekilde
iletişim kuramazlar. Geçirimsizdirler. Dolayısıyla kötülerin toplumsal meleği
Genet, özünü olumsuzlayan olarak tek başına egemen olma isteğiyle egemenliğe de
ihanet etmektedir. Ama ihanet Genet’nin dünyasında zaten kötülüğün en belirgin
şeklidir. Bu bir döngüdür ve bu döngü Genet’nin kaotik dünyasını
göstermektedir.
[1] Terry Eagleton, Edebiyat
Kuramı, Çev.: Esen Tarım, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), s.185.
[2] Georges Bataille, Edebiyat
ve Kötülük, Çev.: Ayşegül Sönmezay, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997),
s.139-140.
[3] age. s.138.
[4]“Çevresinde olmak”, varoluşçu paradigma içinde,
dünyada olmanın dışına çıkmaktır. Bu dışarıya doğru kaçış kendini kaygı kavramında
somutlar. Kaygı ise, günlük kullanım anlamında psişik bir süreci değil tersine
varolma anını anlatmaktadır. İşte, özellikle de Heidegger’in altını çizdiği bu
kaygı kavramının üç yapısal yönü bulunmaktadır. İlki, dünyayı önünde bulma,
ikincisi henüz içinde olma ve üçüncüsü çevresinde olmadır. Dünyayı önünde bulma
kendini dünyaya atılmış olmayla ifade ederken, henüz içinde olma kendini atılmışlık
sonucu dünyayla ilişkisel ve heyecansal bir süreci tarif eder. Çevresinde olma
ise düşmüşlük tanımında anlam kazanır. (Ayrıntı için bkz. Paul Hühnerfeld, Heidegger:
Bir Filozof, Bir Alman, Çev: Doğan Özlem, Paradigma yayınları, s.63-70.)
[5] Jean Genet, Açık Düşman,
Çev.:Sosi Dolanoğlu, (İstanbul: Metis Yayınları, 1994), s.28.
[6] G. Bataille, ön. Ver.
s.148.
[7] age. s.142.
[8] Chrıstopher Innes, Avant-Garde
Tiyatro, Çev.:Beliz Güçbilmez-Aziz Kahraman, (Ankara: Dost Kitabevi
Yayınları, 2004), s.150.
[9] Jean Genet, Zenciler,
Çev.: Nami Başer, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000), s.36.
[10] G. Bataille, ön.ver.
s.159.
[11] G. Bataille, age. s.157.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder