(2005 yılında Milliyet Sanat dergisi ve Bilkent Ünv. Edebiyat bölümünün düzenlediği edebiyat eleştiri yarışmasında ikincilik ödülü aldığım ve hiçbir yerde yayınlanmayan bir yazıdır.)
Varlığı
bir “hiç” alanı ve insanı da bu “hiç” olana kendi isteği dışında atılmış ve
terkedilmiş olarak tanımlayan Heidegger, en net formülasyonu Hamlet pratiğinde
karşımıza çıkan “olmak yahut olmamak” temel eksenli varoluş olgusuna çözüm
aramıştı. Trajik bir sonla yok olan Hamlet de dahil, insanın neden var olduğu
ve varolma süreciyle birlikte, bu “hiçler” ortamında kendi yaşamına nasıl bir
anlam katacağı sorularına aranan cevaplar, Heidegger’ci olsun olmasın, sonraki
(ve önceki) tüm felsefe ve sanat faaliyetlerinin temel problemi olmuştur.
Yapmak
ve yapmamak eşiğinden ne ileri ne de geriye doğru gidebilen ilk modern
insanlardan Hamlet, yaşadığı trajik sonu ile bugünkü modern insanın
yaşayacaklarının arketipi olarak bir saptamada bulundu: düşünmek bir kimlik
oluşturmak için yeterli olmadığı gibi arafta kişiliklerin yaşama olasılıkları
da yoktu. Yabancılaşmayla birlikte kimliksizleşme ve buna bağlı olarak iki cami
arasında be-namaz kalma modernizmle birlikte katlanarak çoğaldı. Katlanma,
iktidarın politik olarak bunu beslemesiyle şekillenen bir manipülasyon olarak
devam etti. Adorno’nun saptamalarına katılmamak mümkün değil:
Geniş
çaplı, uzun vadeli etkileriyle Avrupa felaketi, Amerika’da yeni bir toplumsal
tip ortaya çıkardı: entelektüel mülteci… okyanusun ötesinden gelen
entelektüele, eğer bir şey elde etmek istiyorsa, özerk bir varlık olarak
kendisini yok etmek zorunda olduğu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak
şekilde belirtiyordu. Teslim olmayan ve her bakımdan hizaya girmeyip
direnenler, dev bloklar halinde yığılmış nesneler dünyasının kendi kendini bir
nesne haline getirmeyen her şeye uyguladığı şoklara maruz kalıyordu.[1]
Yüzyılın
başında modernizm uyguladığı şoklarla eski sorunların üzerine yenilerini
ekleyerek kendi içinde sürgün yersiz yurtsuzlaşmanın, nerede olursa olsun
mültecileşmenin ve “ötekileşmenin” ortam yaratıcısı olarak sessiz bir ölüm
makinesine dönüştü.
Yaratılan
şok dalgalarıyla yaşanan çözülmeyi kendi tarihsel gelişimimiz içerisinde en iyi
anlatan romancılarımızın başında A. Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gelir. Biri,
garp ve şark arasında kalarak kimliksizleşmiş bir toplum çözümlemesini, diğeri
de, yersiz yurtsuzlaşmış tutunamayanları, ötekileşme ekseninde ele alarak
irdeler. Birbirlerinden çok farklı dönemlerde yaşamış Hamlet ile Hayri İrdal ve
Selim Işık aslında aynı yerde buluşarak ortak bir kaderi paylaşırlar: kendi iç
çelişkilerinin girdabında kaybolmuş kimliksiz bir yabancı, iki değer arasında
sıkışmış bir yersiz yurtsuz ve kendi yurdunda sürgün yitik bir aydın olarak
öteki. Tümü aynı yerde, araftadır.
Roman
içi seyrüsefer…
Farklı
milletlerden ve kültürlerden insanların, yoğruldukları hamurdan bütünüyle
farklı bir ülkede buluşmalarını anlatan Elif Şafak da, bir yanıyla Tanpınar
diğer yanıyla da Atay’ın ayak izlerini andıran bir çizgide ilerleyerek arafta
buluşanların resmini çizer son romanı Araf’ta. Roman, yersiz
yurtsuzlaşmayı ve kendi içine sürgün bir kimliksizleşmeyi yabancılaşma ve
ötekileşme izleği çerçevesinden ele alarak aidiyet ve hiçleşmeyi tartışır.
Araf,
bir roman ismi olmanın çok ötesinde, farklı milletlerden ve kültürlerden
insanların, farklı bir kültürde yersiz yurtsuz bir öteki olarak bir araya
geldikleri yolun adıdır. Birileri tarafından belirlenmiş olan “yoldan
çıkarak” kendilerine çizdikleri (Heidegger’ci anlamda içine atıldıkları) müphem
bir yoldur bu. Aynılar yine hep aynı yerdedir. Onları aynı yerde buluşturan da
bu aynılıktır: sürgün, mülteci ve ötekidir tümü. Bir kimlik oluşturamadıkları
gibi, varolan kimlikleri de yok olum süreci içinde erozyona uğrayan roman
kişileri salt yabancı bir ülkede oldukları için değil, tümüyle yabancı
oldukları için bir aradadır. Roman kendi derdini henüz başlamadan Mevlana’dan
yapılan epigrafla anlatır:
Bir
hakim dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber
yemlendiğini gördüm. Şaşırdım-kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu
bulayım diye hallerine dikkat ettim.
Biri
Türk, biri Fas’lı ve diğeri İspanyol olan üç doktora öğrencisini Amerika’da
aynı evde bir araya getiren ortak kesişme noktası topallıklarıdır. Tüm
roman kişileri kendi içinde sürgün ezoterik bir yolculuğun üyeleri olarak
kendileridir. Ama aynı zamanda kendileri değildir. Bu totolojik varoluş içinde
sorgulanan tam da budur: bu dünyada kimse kendisi değildir aslında. Kendisi
olma yolunda, tıpkı göçmen kuşlar gibi sürülerinden ayrılarak kendi yolunu
çizmeye çalışan ancak yine kendisi gibi sürüsünden ayrılanlarla aynı yerde
buluşan ve aslında asla kendisi olamayacak ebedi bir arayıştır sözü edilen.
Göçmen
kuşlar, kuş aleminin en tuhaf grubunu teşkil ediyordu. Önce uzak memleketlere
göç etmek için sürülerinden ayrılıyor, oraya vardıklarında da toplanıp sürüler
oluşturuyorlardı. (85)
Roman,
kimsenin kendisi olmadığı, herkesin kendi iç yabancılığını yaşadığı ve bu
yönüyle de her şeyin bittiği bir noktada, daha doğrusu geçmişin izlerinin
dorukta olduğu bir yerde başlar. “İçkiye Yeniden Başlamak” isimli ilk
bölüm, roman yeni başlıyor olmasına rağmen, bir çemberi andırırcasına geçmişe
(eski yaşanmışlıklara) bir göndermede bulunur. Yaşanmış ve belki de bitmiş ama
akıp giden bir yaşam içinde arayış devam etmektedir. Araf, okuyucuya
yeni başlayacak bir yaşamdan kesitler değil, yaşanmış ve romanın baş kişisini
“tekrar içkiye başlatacak” olan durumu anlatacaktır. Bu durum, “toplum
çapındaki bir aksaklığın minyatür bir boyutudur sadece.” Bu, romanın ilk
sayfalarında söylenen bir son sözdür ama yaşanmışlıklar içinde ele alınan
romanda son aslında başlangıçtır ve yaşam fasit daire içinde kendini tekrar
ederek devam etmektedir. Romanın bu biçimsel yönü, tematik yönle paralel bir
seyir izler: değişen bir şey yoktur ve arayış devam etmektedir. Arayış,
hiçlikten kurtulma yolunda bir kimlik edinebilme edimi olarak görülür. Oysa
sayfalar ilerledikçe, kayıplar daha da artar. Üzerlerinde zaten hasbelkader
duran kimlikler isimsel bir yitime uğrar. Ömer, Omar’a, Joaquin Piyu’ya
dönüşür. Fas’lı Abed ise, kayboluşu sezercesine “kendisine tam olarak böyle
hitap edilmesini istemektedir.”
Ömer’in
Omar’a, İspanyol Joaquin’in Piyu’ya dönüştüğü nokta, kendilerini çevreleyen
dünyanın insanlığı gittikçe daha bir kimliksizliğe, ötekileşmeye ittiği
durumdur. Onların isimlerinin yitimi, kimliksizleşmeye başlamaları Amerika’da
olmaları değil, böyle bir dünyada yaşıyor olmalarıdır. İleride Ömer’le
evlenecek olan Gail bunun en iyi örneğidir. O da diğerleri gibi, kendi
ülkesinde yersiz yurtsuz ötekiler gibi ismini yitirecek; Gartheride’den Gail’e
dönüşecektir. İçinde yaşadıkları dünyanın her şeyi tümüyle nesneleştirdiğinin,
ötekileştirdiğinin en açık örneği ise ironik bir biçimde Ömer ve Gail’in
besledikleri kedilerde somutlanır. Kedilerden dişi olanın adı Batı anlamında
West, erkek olanın ise öteki anlamına gelen The Rest’dir. İnsanlar da dahil her
şey yitimin nesneleridir. Fiziksel yitimin mekanı ise İstanbul olacaktır.
Ötekileşmeyi en uç saflarda yaşayan Gail’i diğer benzerleriyle aynı sonda
buluşturacak yer doğu ile batıyı birbirine bağlayan boğaz köprüsüdür. Doğulu
olan Ömer ve Batılı olan Gail İstanbul’a geldikleri bir zamanda köprünün
ortasında trafikte sıkışıp kalırlar. Burası araftır ve artık sona (yahut yeni
bir başlangıca) yaklaşılmıştır. Arafta kalanların yaşama şansı yoktur tezi bir
kez daha kanıtlanır. Ömer ile Gail arafta kalmışların, kim olduklarını
bilemeyen yersiz yurtsuz ötekilerin buluştuğu aynı yerde, metaforik köprüde
total bir simge haline gelirler. Doğu ile Batı arasında kalmakla, yaşamak ve yaşamamak
arasında bir kalıştır bu. Ömer’in içinden geçen yalnızca bir temennidir. “Hayır
ölmeyecek. İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar etmez, burası onun vatanı
değil.” Bunun yalnızca bir temenni olduğunu ve bu temenninin ise umutsuz
bir çığlık olduğunu yine kendisi fark edecektir. “Peki hiç vatanı oldu mu
onun? Kim gerçek yabancı, bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen
mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de
olmayan mı?” (345) Hiçbir zaman bir vatanı olmayacak ve hep yersiz yurtsuz
bir “öteki” olarak kalacak olan Gail, kendine ait olmayan bir ülkede köprüden
atlar. Ömer kulağındaki walkman’le yine şarkı dinlemektedir. Şarkı kısa
sürmektedir ama “tekrar tekrar çalınırsa sonsuza kadar sürebilir.” Sonsuzluk
ve yitim bir aradadır. İstenirse, yaşam da şarkı gibi iradi bir kesintiye
uğramaksızın devam edebilir. Ama arafta kalanların düşüşü Elif Şafak’ın da
dediği gibi, kısa sürer: 2, 7 saniye…
Aslında
tüm roman kişileri Gail’le aynı fiziksel sonu yaşamasa da, onları bekleyen son
aynıdır. Onlar aynılardır ama onların dışında aynı olmayan onlara karşı başka
bir dünya daha vardır. Kimliksizliğin, yabancılaşmanın ve ötekileşmenin, kısaca
onların topallığının müsebbibi de bu dünyadır. Romanda cılız kalan yön tam
da burasıdır. Bu yön cılız kaldığında roman kişilerinin içinde bulundukları
durum kendinden menkul bir görüntü sergileyerek okuyucunun romanın içine
girebilmesinin de yolunu tıkamaktadır. Bu durumda yaşananlar sanki günümüzün
moda hastalığı depresyonmuş gibi görünerek vurgunun belirsizleşmesine ve odakta
kaymalara yol açar. Yendiğinde ağızda hoş bir tat bırakan ancak biraz daha
olgunlaşması gerektiğini düşündürten arafta bir meyve tadıdır bu. Bu tat
romanın adına çok benzemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder