27 Haziran 2014 Cuma

KİMLİKSİZLİK, YERSİZ YURTSUZLAŞMA VE ÖTEKİLEŞME (Elif Şafak’ın Araf Romanı Üzerine)

(2005 yılında Milliyet Sanat dergisi ve Bilkent Ünv. Edebiyat bölümünün düzenlediği edebiyat eleştiri yarışmasında ikincilik ödülü aldığım ve hiçbir yerde yayınlanmayan bir yazıdır.)



Varlığı bir “hiç” alanı ve insanı da bu “hiç” olana kendi isteği dışında atılmış ve terkedilmiş olarak tanımlayan Heidegger, en net formülasyonu Hamlet pratiğinde karşımıza çıkan “olmak yahut olmamak” temel eksenli varoluş olgusuna çözüm aramıştı. Trajik bir sonla yok olan Hamlet de dahil, insanın neden var olduğu ve varolma süreciyle birlikte, bu “hiçler” ortamında kendi yaşamına nasıl bir anlam katacağı sorularına aranan cevaplar, Heidegger’ci olsun olmasın, sonraki (ve önceki) tüm felsefe ve sanat faaliyetlerinin temel problemi olmuştur.
Yapmak ve yapmamak eşiğinden ne ileri ne de geriye doğru gidebilen ilk modern insanlardan Hamlet, yaşadığı trajik sonu ile bugünkü modern insanın yaşayacaklarının arketipi olarak bir saptamada bulundu: düşünmek bir kimlik oluşturmak için yeterli olmadığı gibi arafta kişiliklerin yaşama olasılıkları da yoktu. Yabancılaşmayla birlikte kimliksizleşme ve buna bağlı olarak iki cami arasında be-namaz kalma modernizmle birlikte katlanarak çoğaldı. Katlanma, iktidarın politik olarak bunu beslemesiyle şekillenen bir manipülasyon olarak devam etti. Adorno’nun saptamalarına katılmamak mümkün değil:

Geniş çaplı, uzun vadeli etkileriyle Avrupa felaketi, Amerika’da yeni bir toplumsal tip ortaya çıkardı: entelektüel mülteci… okyanusun ötesinden gelen entelektüele, eğer bir şey elde etmek istiyorsa, özerk bir varlık olarak kendisini yok etmek zorunda olduğu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak şekilde belirtiyordu. Teslim olmayan ve her bakımdan hizaya girmeyip direnenler, dev bloklar halinde yığılmış nesneler dünyasının kendi kendini bir nesne haline getirmeyen her şeye uyguladığı şoklara maruz kalıyordu.[1]

Yüzyılın başında modernizm uyguladığı şoklarla eski sorunların üzerine yenilerini ekleyerek kendi içinde sürgün yersiz yurtsuzlaşmanın, nerede olursa olsun mültecileşmenin ve “ötekileşmenin” ortam yaratıcısı olarak sessiz bir ölüm makinesine dönüştü.
Yaratılan şok dalgalarıyla yaşanan çözülmeyi kendi tarihsel gelişimimiz içerisinde en iyi anlatan romancılarımızın başında A. Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gelir. Biri, garp ve şark arasında kalarak kimliksizleşmiş bir toplum çözümlemesini, diğeri de, yersiz yurtsuzlaşmış tutunamayanları, ötekileşme ekseninde ele alarak irdeler. Birbirlerinden çok farklı dönemlerde yaşamış Hamlet ile Hayri İrdal ve Selim Işık aslında aynı yerde buluşarak ortak bir kaderi paylaşırlar: kendi iç çelişkilerinin girdabında kaybolmuş kimliksiz bir yabancı, iki değer arasında sıkışmış bir yersiz yurtsuz ve kendi yurdunda sürgün yitik bir aydın olarak öteki. Tümü aynı yerde, araftadır.

Roman içi seyrüsefer…
Farklı milletlerden ve kültürlerden insanların, yoğruldukları hamurdan bütünüyle farklı bir ülkede buluşmalarını anlatan Elif Şafak da, bir yanıyla Tanpınar diğer yanıyla da Atay’ın ayak izlerini andıran bir çizgide ilerleyerek arafta buluşanların resmini çizer son romanı Araf’ta. Roman, yersiz yurtsuzlaşmayı ve kendi içine sürgün bir kimliksizleşmeyi yabancılaşma ve ötekileşme izleği çerçevesinden ele alarak aidiyet ve hiçleşmeyi tartışır.
Araf, bir roman ismi olmanın çok ötesinde, farklı milletlerden ve kültürlerden insanların, farklı bir kültürde yersiz yurtsuz bir öteki olarak bir araya geldikleri yolun adıdır. Birileri tarafından belirlenmiş olan “yoldan çıkarak” kendilerine çizdikleri (Heidegger’ci anlamda içine atıldıkları) müphem bir yoldur bu. Aynılar yine hep aynı yerdedir. Onları aynı yerde buluşturan da bu aynılıktır: sürgün, mülteci ve ötekidir tümü. Bir kimlik oluşturamadıkları gibi, varolan kimlikleri de yok olum süreci içinde erozyona uğrayan roman kişileri salt yabancı bir ülkede oldukları için değil, tümüyle yabancı oldukları için bir aradadır. Roman kendi derdini henüz başlamadan Mevlana’dan yapılan epigrafla anlatır:

Bir hakim dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım-kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim.
Şaşkın bir alde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı[2]

Biri Türk, biri Fas’lı ve diğeri İspanyol olan üç doktora öğrencisini Amerika’da aynı evde bir araya getiren ortak kesişme noktası topallıklarıdır. Tüm roman kişileri kendi içinde sürgün ezoterik bir yolculuğun üyeleri olarak kendileridir. Ama aynı zamanda kendileri değildir. Bu totolojik varoluş içinde sorgulanan tam da budur: bu dünyada kimse kendisi değildir aslında. Kendisi olma yolunda, tıpkı göçmen kuşlar gibi sürülerinden ayrılarak kendi yolunu çizmeye çalışan ancak yine kendisi gibi sürüsünden ayrılanlarla aynı yerde buluşan ve aslında asla kendisi olamayacak ebedi bir arayıştır sözü edilen.

Göçmen kuşlar, kuş aleminin en tuhaf grubunu teşkil ediyordu. Önce uzak memleketlere göç etmek için sürülerinden ayrılıyor, oraya vardıklarında da toplanıp sürüler oluşturuyorlardı. (85)

Roman, kimsenin kendisi olmadığı, herkesin kendi iç yabancılığını yaşadığı ve bu yönüyle de her şeyin bittiği bir noktada, daha doğrusu geçmişin izlerinin dorukta olduğu bir yerde başlar. “İçkiye Yeniden Başlamak” isimli ilk bölüm, roman yeni başlıyor olmasına rağmen, bir çemberi andırırcasına geçmişe (eski yaşanmışlıklara) bir göndermede bulunur. Yaşanmış ve belki de bitmiş ama akıp giden bir yaşam içinde arayış devam etmektedir. Araf, okuyucuya yeni başlayacak bir yaşamdan kesitler değil, yaşanmış ve romanın baş kişisini “tekrar içkiye başlatacak” olan durumu anlatacaktır. Bu durum, “toplum çapındaki bir aksaklığın minyatür bir boyutudur sadece.” Bu, romanın ilk sayfalarında söylenen bir son sözdür ama yaşanmışlıklar içinde ele alınan romanda son aslında başlangıçtır ve yaşam fasit daire içinde kendini tekrar ederek devam etmektedir. Romanın bu biçimsel yönü, tematik yönle paralel bir seyir izler: değişen bir şey yoktur ve arayış devam etmektedir. Arayış, hiçlikten kurtulma yolunda bir kimlik edinebilme edimi olarak görülür. Oysa sayfalar ilerledikçe, kayıplar daha da artar. Üzerlerinde zaten hasbelkader duran kimlikler isimsel bir yitime uğrar. Ömer, Omar’a, Joaquin Piyu’ya dönüşür. Fas’lı Abed ise, kayboluşu sezercesine “kendisine tam olarak böyle hitap edilmesini istemektedir.”
Ömer’in Omar’a, İspanyol Joaquin’in Piyu’ya dönüştüğü nokta, kendilerini çevreleyen dünyanın insanlığı gittikçe daha bir kimliksizliğe, ötekileşmeye ittiği durumdur. Onların isimlerinin yitimi, kimliksizleşmeye başlamaları Amerika’da olmaları değil, böyle bir dünyada yaşıyor olmalarıdır. İleride Ömer’le evlenecek olan Gail bunun en iyi örneğidir. O da diğerleri gibi, kendi ülkesinde yersiz yurtsuz ötekiler gibi ismini yitirecek; Gartheride’den Gail’e dönüşecektir. İçinde yaşadıkları dünyanın her şeyi tümüyle nesneleştirdiğinin, ötekileştirdiğinin en açık örneği ise ironik bir biçimde Ömer ve Gail’in besledikleri kedilerde somutlanır. Kedilerden dişi olanın adı Batı anlamında West, erkek olanın ise öteki anlamına gelen The Rest’dir. İnsanlar da dahil her şey yitimin nesneleridir. Fiziksel yitimin mekanı ise İstanbul olacaktır. Ötekileşmeyi en uç saflarda yaşayan Gail’i diğer benzerleriyle aynı sonda buluşturacak yer doğu ile batıyı birbirine bağlayan boğaz köprüsüdür. Doğulu olan Ömer ve Batılı olan Gail İstanbul’a geldikleri bir zamanda köprünün ortasında trafikte sıkışıp kalırlar. Burası araftır ve artık sona (yahut yeni bir başlangıca) yaklaşılmıştır. Arafta kalanların yaşama şansı yoktur tezi bir kez daha kanıtlanır. Ömer ile Gail arafta kalmışların, kim olduklarını bilemeyen yersiz yurtsuz ötekilerin buluştuğu aynı yerde, metaforik köprüde total bir simge haline gelirler. Doğu ile Batı arasında kalmakla, yaşamak ve yaşamamak arasında bir kalıştır bu. Ömer’in içinden geçen yalnızca bir temennidir. “Hayır ölmeyecek. İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar etmez, burası onun vatanı değil.” Bunun yalnızca bir temenni olduğunu ve bu temenninin ise umutsuz bir çığlık olduğunu yine kendisi fark edecektir. “Peki hiç vatanı oldu mu onun? Kim gerçek yabancı, bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?” (345) Hiçbir zaman bir vatanı olmayacak ve hep yersiz yurtsuz bir “öteki” olarak kalacak olan Gail, kendine ait olmayan bir ülkede köprüden atlar. Ömer kulağındaki walkman’le yine şarkı dinlemektedir. Şarkı kısa sürmektedir ama “tekrar tekrar çalınırsa sonsuza kadar sürebilir.” Sonsuzluk ve yitim bir aradadır. İstenirse, yaşam da şarkı gibi iradi bir kesintiye uğramaksızın devam edebilir. Ama arafta kalanların düşüşü Elif Şafak’ın da dediği gibi, kısa sürer: 2, 7 saniye…
Aslında tüm roman kişileri Gail’le aynı fiziksel sonu yaşamasa da, onları bekleyen son aynıdır. Onlar aynılardır ama onların dışında aynı olmayan onlara karşı başka bir dünya daha vardır. Kimliksizliğin, yabancılaşmanın ve ötekileşmenin, kısaca onların topallığının müsebbibi de bu dünyadır. Romanda cılız kalan yön tam da burasıdır. Bu yön cılız kaldığında roman kişilerinin içinde bulundukları durum kendinden menkul bir görüntü sergileyerek okuyucunun romanın içine girebilmesinin de yolunu tıkamaktadır. Bu durumda yaşananlar sanki günümüzün moda hastalığı depresyonmuş gibi görünerek vurgunun belirsizleşmesine ve odakta kaymalara yol açar. Yendiğinde ağızda hoş bir tat bırakan ancak biraz daha olgunlaşması gerektiğini düşündürten arafta bir meyve tadıdır bu. Bu tat romanın adına çok benzemektedir.



[1] Theodor Adorno, Edebiyat Yazıları, Çev.: Sabir Yücesoy - Orhan Koçak, (İstanbul: Metis Y, Mayıs 2004), s. 81.
[2] Elif Şafak, Araf, Çev.: Aslı Biçen, (İstanbul: Metis Edebiyat, Nisan 2004), s.5. Romandan yapılacak bundan sonraki alıntılar, alıntı yanında sayfa sayısı ile verilecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder