Mağdurun
Muhasebesi
Bahman Ghobadi’ye göre Kürt
sineması, “doğumuna yardımcı olunması gerekilen hamile bir kadına”
benzemektedir. Aynı coğrafyanın insanı olması nedeniyle de Mehmed Uzun, “benim
edebiyatım bir muhasebe edebiyatıdır” demekte bir sakınca görmedi. Romanlarında
Mezopotamya’nın unutulmuş, unutturulmuş
tarihini yeniden yazmaya, anlatmaya çalıştığını söylemesiyle de adeta bu
“muhasebe” argümanının muhtevasını özetlemiş oluyor Mehmed Uzun.
Kürt edebiyatı için
Ghobadi’nin doğum metaforunu kullanmak haksızlık gibi görülebilir. Ne var ki,
söz konusu metaforun söylemsel bir düzlemi, bu söylemsel düzlemin de
sosyolojik, kültürel ve coğrafi yönleri; hepsinin üstünde de politik bir
bağlamı olduğunu göz ardı etmeyeceksek, Uzun’un “muhasebe” söylemini ve
Ghobadi’nin doğum metaforunu izleksel bir çerçeveye almamızda beis yok. Zira
her iki kavramsal betimlemenin aynı coğrafyanın, aynı politik hüsranların ve
aynı trajedilerin yansıması olduğu açık. Tıpkı Ghobadi’nin doğum analojisiyle
yaptığı gibi, Mehmed Uzun’un da, kendi dilinde yazmanın, üretmenin ceremesini
çekmiş bir ulusun evladı hasebiyle kendi edebiyatını “muhasebe edebiyatı”
olarak nitelendirmesinden daha mantıklı bir açıklama olamaz.
Vaka bellidir. Kürtlerin
hayatında savaşlar, yıkımlar, sürgünlük, asimilasyon ve trajedi gündelik
yaşamın bir parçasıydı ve hep vardı. Hatta bunlar olmadan bir Kürdün nasıl
yaşadığına, kendileri de dahil hiç kimse şahit olmamıştır. Bu yüzden Kürt
edebiyatı hep “doğumuna yardımcı olunması gerekilen hamile bir kadın gibi”
sancı içinde oldu ve bu sancı hiç bitmedi. Olan doğumların da yaşanılan
trajedilerin izleriyle dolu olmasının başkaca bir nedeni bu satırları yazanın
aklına gelmemektedir. Doğum/sancı metaforu bu anlamıyla savaşları, yıkımları ve
sürgünleri gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamış Kürtler için belki de
yapılagelen en iyi teşbih. Bu durumda iki tezden bir sentez eylemi
gerçekleştirebilir ve Mehmed Uzun’un, doğum yapamamış olmanın muhasebesini
yaptığını söyleyebiliriz.
Mehmed Uzun sömürge bir
ülkenin edebiyatçısıydı ve kaleminin gücünü, edebiyatının biçim/biçemini bu
özelliği belirliyordu. Bu yüzden, “muhasebe edebiyatı” söyleminin paradigmatik
bir yönü bulunuyor. Bulunuyor, çünkü bu muhasebe tarihsel, sosyolojik ve
politik bir muhteva barındırıyor. Romanlarına (pek tabii olarak deneme ve
incelemelerine) bakıldığında kolayca ve bir çırpıda görebileceğimiz bu muhteva,
tarihsel olarak haklı ve muhasebesinin yapılması da gerekli. Şimdi bu muhasebe
denilen yazma pratiğinin şifrelerini kırarak, Mehmed Uzun edebiyatının hal ve
ahvali hakkında çıkarımlarda bulunabiliriz.
Bir: Mehmed Uzun, “ben
muhasebe edebiyatı yapıyorum” derken öncelikle Kürt romancısı olduğunun altını çiziyor.
“Ben Kürt Edebiyatı yapıyorum” demek istiyor. Eğer edebiyattan kastımız modern çağın başında zuhur etmiş ve kendini
ulus-devlet sistematiği içinde; yazılı kültür ürünü olarak var etmiş bir
estetik biçim/biçemse, bu noktada Kürt edebiyatının hal ve ahvali üzerine pek
parlak şeyler söylememiz mümkün görünmemektedir. Lakin, bu negatif sürece
rağmen, aşağıda değineceğimiz ciddi bir “oluş dinamiğinden” de söz etmemiz
gerekiyor. Ve bu dinamiğin idrakinde olan Mehmed Uzun’un bu söylemi, kendinden
önceki (eklem yerlerinden derin darbelere maruz kalmış ve böylece sakat
bırakılmaya çalışılmış) kısmi edebi
geleneğin de ince bir vurgusu oluyor. “Muhasebenin” altında yatan asal durum,
koltuk değnekleriyle yürümeye çalışan genç bir bedenin koltuk değneklerinden kurtarılmaya
çalışılmasıdır.
İki: Kürt edebiyatı yapmak
isterken, yok edilmiş bir dilin, yok sayılmış bir kültürün ve ulusalsızlığın
olanaklarından yola çıkıyor. İyi bilinir. Dil, edebiyatın, edebiyat (ya da
yazı) ise toplumsal belleğin olmazsa olmazıdır. Mehmed Uzun’un Mam Sefo’su da
bunun bilincinde bir okur, yazar, alim kişi olarak uyarır gençleri, “Görüşlerimi, herkes açık anlasın diye
Kürtçe yazdım dedi Mam Sefo gözleri yazdığı şeylerde ve sözünü sürdürdü: Yazı
hafıza ve şuurdur, fikirlere ahalimizin alışkın olmadığı bir düzen veriyor.”[2]
Mam Sefo haklıdır. İki yönden haklıdır. İlki, yazının hafızayla ilgili kısmı
konusunda, ikincisi, ahalinin buna alışkın olmadığı konusunda. Ahalinin alışkın
olmamasının gerekçeleri alenidir ve bu, dilin (edebiyatın) ulusalsızlıkla ters
orantısını imlemektedir. Dilin, ulusal
varoluşu bütünleyen ve onun olmazsa olmazı bir araç olduğuna şüphe yok ise,
dilsizleştirilme pratiğini köksüzleştirilme pratiği ile karşılayabiliriz.
Köksüzleştirilmeyi de hiçsizleştirilmeyle. Böylece tarihsel olarak
mağduriyet köprüsünü yol eylemiş bir ulusun edebiyatçısının “muhasebesi”,
mağduriyetin edebi söylem ekseninde bir muhasebedir diyebiliriz.
Üç: Toplumsal bir varoluşu
tarihsizleştirmek için belleğin atomizasyonu şarttır. Bu, Türkler için olduğu kadar, Kürtler için de
rutin bir durumdur. Amnezi bunun sonucudur. Ne var ki Kürtlerin hayatında
olmazsa olmaz bir kültürel bellek var. Bunlar dengbejlerdir ve amnezinin
panzehridir. Dengbejlik bu anlamıyla amnezinin ve dilsizleşmenin ironik
olumsuzlanması olarak okunabilir. Bu yüzden Mehmed Uzun, yok edilmiş dili ve
edebiyatı, yok sayılmış kültürel ve toplumsal varoluşla; dengbejlik geleneği
ile buluşturarak yeni bir edebi dil için açık kapıdan içeri kolayca giriyor. Böylece
soluk benizli Kürt dili ve edebiyatına renk katıyor.
Mezopotamya’nın o mistik,
mütevekkil ve asi yönü onun muhasebe diye nitelendirdiği edebiyatının temel
mihengiydi ve o bu mihengi, edebi bir nesne haline getirmeyi iyi biliyordu. Mehmed
Uzun’un ana temalarının sürgün, yersiz yurtsuzluk, yalnızlık, göçmen ruh,
aidiyetsizlik, ülkeye özlem, trajik aşk ve tümel anlamda trajediyle boğuşan bir
halk olması ve bu ana temaları da çoğunlukla büyük ve köklü dengbejlik geleneği
üzerine oturtuyor olması tesadüf değil elbette. Sürgünler, savaşlar, yıkımlar
Mezopotamya coğrafyasında ekmek ve su kadar bol. Hatta ondan bile bol. Bu
arterler nazarı dikkate alındığında “muhasebe edebiyatı” yapıyorum sözü bir
anlama oturuyor. Durum ve sonuç bellidir: Mehmed Uzun, sömürgeleştirmenin
muhasebesini yapıyor. Dilin sömürgeleştirilmesinin, kültürün
sömürgeleştirilmesinin, coğrafyanın ve tarihin sömürgeleştirilmesinin ve
nihayetinde edebiyatın sömürgeleştirilmesinin. Uçmaya hazırlandığı sırada
kanadından yaralanan kuşa yeniden hayat vererek, kuşun dile gelmesine olanak
sunuyor. Dile gelen kuş, Mehmed Uzun mahlasında hesap soruyor. Mağdur edilmiş
olmanın, hiç sayılmanın, sürgün edilmenin, trajedi içinde hapsolmanın hesabını
çıkarıyor. Ama bunu kendi mağdur edilmiş diliyle yapıyor. Hiç sayılmış
kültürüyle yapıyor. Sömürgeleştirilmiş ve tarihsizleştirilmiş bir coğrafyayı
anlatarak yapıyor. Mağdur olmanın yarattığı mütevekkil bir dille; dengbej
diliyle yapıyor.
Mehmed Uzun’dan öncesi
elbette vardı ve “eklem yerlerinden darbelere maruz kalma” esprisi işte bu
öncesine aitti. Edebiyat kuşunun Mehmed Uzun’dan önce uçmaya hazırlandığını ve
kısmen başladığını biliyoruz. Bu parantezin içine önce 16. yüzyıllarda yaşamış
Melayê Cizîrî ve Feqîyê Teyran, 17. yüzyılda yaşamış Ehmedê Xanî ve sonrasında ise Hawar dergisi
çevresinde örgütlenmiş edebiyat çevresi girmektedir. Öncelikle bu geniş
parantezin, sömürgeleşmiş ve ulus-devlet ekseninde varlığını tamamlayamamış bir
toplumun diline, edebiyatına şekil vermeye ve onu ayakları üzerine dikmeye
çalışan sacayakları olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ve yine Celadet Ali
Bedirxan’ın başını çektiği Hawar dergisi bunun odağında yer alıyor demeliyiz.
Peki Hawar dergisinin önemi neydi ve nasıl bir geleneği temsil ediyordu? Abidin
Parıltı’nın kaleminden okuyoruz:
“Hawar
dergisi ve dolayısıyla Hawar ekolü, hiç kuşku yok ki Kürtlerin en büyük edebi
atılımıdır. Bu dergi medreselerde gelişmiş klasik edebiyat ile dünyadaki edebi
gelişmelerden haberdar olan yeni neslin modern yüzü arasında bir köprü oldu.
Dengbêjler de vardı bu sayfalarda Celadet Bedirxan, Cegerxwîn, Nûredîn Zaza,
Qedrî Can, Kamuran Bedirxan, Osman Sebrî gibi modern şair ve yazarlar da vardı.
Bir yandan Elî Herîrî (Kürtlerin ilk şairi olarak kabul görür), Feqiyê Teyran,
Melayê Cizîrî’nin şiirleri, bir yanda Ömer Hayyam’ın Kürtçeye çevrilmiş
dörtlükleri vardı. Bu sayfalarda dikkati çeken bir diğer nokta da yapılan
adaptasyonlar idi. Qedrî Can, Nûredîn Zaza gibi yazarlar dünya edebiyatının iyi
örneklerini Kürtçeye uyarlıyorlardı.”[3]
Kuşkusuz
Hawar önemli bir “oluş dinamiği” idi ve verili koşullar içinde, kısmi de olsa,
önemli bir edebiyat geleneği yaratarak kendinden sonraki Kürt yazarlarını
önemli oranda etkiledi. Mehmed Uzun’un da bunlardan biri olduğunu söylememize
gerek yok. Zira O, bir anlamıyla Celadet Ali Bedirxan’ın hayatını anlattığı Yitik Bir Aşkın Gölgesinde ve Abdalın Bir Günü romanı ile zaten bunun
sinyallerini vermişti.[4] Mehmed
Uzun’un sırtını yasladığı bu sacayaklarının önemli ve belirleyici bir edebi
gelenek olduğunu söylesek de köklü bir edebiyat geleneği ol(a)madığını da
söylememiz gerekir. Kısmiliği bu yüzdendir. Ve pek tabii olarak bunun
müsebbibinin Kürtler olmadığını da söylemek gerekir. İşte Mehmed Uzun’un
muhasebesi bunu da kapsamaktadır. Ve aslında en çok bunu kapsamaktadır.
Bir
kuşun kanadını kırıp, sonra da kuşun uçmadığına bakıp, “ama bu kuş uçmuyor,
uçmayan kuş mu olur” mantığıyla, “zaten bu aslında bir kuş değil” tümevarımına
ulaşılan anlamsız bir zuhuriyet içinde yaşadı Kürtler tarih boyunca. Adına
devrim denilen cumhuriyetin ve Kemalizmin o yitik ve manasız teorilerinden en
çok Kürtler nasiplendi. Dilde devrim denilip, bütün diller ortadan kaldırıldı
mesela. Bundan en çok nasiplenen yine aslında Kürtler oldu. Mehmed Uzun’un
hemen bütün romanlarında altını çizdiği, savaşlar ve yıkımlar içinde kalmış bir
halkın trajedisi, bu iğdiş edilme pratiğinin dışavurumu gibi okunabilir ve
böyle bir okuma, esrarlı havayı belirgin kılabilir. Ülkesinden sürgün
edildikten sonra dönüş umudunu hiç yitirmeyen Kürt aydını Memduh Selim Bey’in,[5]
sevgilisi ile ülkesi için savaşmak arasında kalıp her iki seçiminde de yenilen
“yitik bir aşık” olması ile, Ester ve dengbej Bıro’nun[6],
virane bir coğrafyada çaresiz bir aşk içinde yolunu kaybetmiş olmaları
arasındaki korelasyon romansal hakikatten ziyade, toplumsal hakikate
yönlendirir okuru. Aşkın aydınlığı ile ölümün karanlığının Baz ve Kevok’ta[7]
simgelenmiş olmasının trajedisi de öyle.
Uzun’un
romanlarının dokusunda “çaresizlik trajedisi”[8] olması
tarihsel olumsuzluğun zaruri sonucudur. İğdiş edilmiş bir coğrafyada doğmak
kuşkusuz bir edebiyatçı için oldukça zor bir durum. İşte Mehmed Uzun’u farklı
kılan da bunun zorluğunun farkına varmış olması ve bıçak sırtı bir konumda
edebiyat yapmaya çalıştığını idrak etmiş olmasıdır. Bu hususiyetin altını kalın
uçlu kalemle çizmek gerekiyor. Mehmed Uzun edebiyatına vakıf olanlar iyi
bilirler ki, onun kalemi iğdiş edilmiş bir coğrafyanın ucu sivri kalemi
olmaktan ziyade, naif ve ince dokunuşlarla bir dili yeniden ayakları üzerine
dikebilmek ve korlaşmış bir kültürü hatırlatmak üzere açılmış bir kalemdir. Mehmed
Uzun’un tarafgirliği hem bir dili yeniden varedebilmek ve hem de bunu kendi
köklerine dayanarak, köklerini yeniden hatırlatarak yapmış olmasından başkaca
bir anlam ifade etmiyor.
Şu
halde “muhasebe edebiyatı” lafının bizdeki karşılığının hem politik hem edebi,
Mehmed Uzun külliyatındaki karşılığının ise politik olmayıp edebi olduğunu
söylemiş oluyoruz. Şimdi bu muhasebenin, Mehmed Uzun külliyatındaki edebi
izdüşümüne bakarak çehresini netleştirebiliriz.
Muhasebenin edebi izdüşümü
“Bir
varmış bir yokmuş
Duvar diplerindeki şeytanlar ve fesatçılar hariç
Kara gözlülerin anne babası rahmet bulsun
Mehmed Uzun’un romanlarında
kökleriyle derin bağlantılar kurulmuş yeni bir edebi dil ve köklerinin
özelliğinden dolayı yeni bir edebi biçim olduğunu söyleyerek başlayalım.
Kastettiğimiz nedir?
Mehmed
Uzun sözlü kültür geleneğinin yarattığı hikâye anlatıcılığını romansal üslupta
kaynaştırmakla fantastik gerçeklik diyebileceğimiz bir edebi söylem biçemine
imza atmıştır. Eğer üslubu oluşturan unsurlar nedir diye soracak olursak, dilin
kişisel tercih dolayımlı kullanımından ziyade, tarihsel-toplumsal ve kültürel
dinamiklerin etkisini de içine alan bir oluş biçimi denmesinde arızi bir durum
olmaz. Bu durumda Mehmed Uzun’un, sözlü anlatı geleneği ile toplumsal gerçeklik
arasında bir köprü kurmasıyla, bu tarihsel olumsuzluğu edebi olumluluğa çeviren
bir üslup yaratıcısı olduğunu söylememizde de arizi bir durum olmaz. Toplumsal unutturulmaya, tarihsizleştirme
ve hafızasızlaştırılmaya karşı, toplumsal hafıza bekçilerini edebiyatının asal
nesnesi yapmakla karşı durmuştur Mehmed Uzun. Bu politik bir ironidir ve bu
ironinin yansıması edebi olmuştur.
Sözünü ettiğimiz şey, dengbejlik
ve anlatı geleneğidir. Kürt edebiyatı, şiiri, müziği ile karşı karşıya
geldiğimizde köklü bir dengbejlik geleneğiyle de karşı karşıya geliyoruz
demektir. Bu da, yazılı değil sözlü kültüre; belleğe dayanan bir anlatım
geleneğine kapı aralıyor. Ehmedê Fermanê Kiki’nin, “söz, hayatımdır benim… yazma adabı ve terbiyesiyle yetişmiş biri
değilim ben. Kavalımı kalem yapamam. Sesimin gölgesini kâğıtlara dökemem…”[10]
demesi çift katmanlı bir anlam oluşturmaktadır ve birinci katmanı bu sözün
ironikliğidir. Ben ancak anlatabilirim, yazamam diyerek yazı kültürüne
yabancılığını yazarak dile getirmektedir Ehmedê Fermanê. Öte yandan bu ironik
durum toplumsal hakikatin de eleştirel bir okumasıdır.
Mezopotamya coğrafyasında dengbejler toplumsal
hafıza bekçileri gibidir ve bu toplumsal hafıza, sözle diri tutulur. Her
dengbej klamı, içinde savaşları, aşkları, sürgünleri, yıkımları barındırır.
Dengbej, klama ve strana başlayınca da tarihsel bir yolculuğa çıkarır
dinleyiciyi. Bu yolculuk anti-kronolojik bir düzlemdir ve edebiyat eleştiri
terminolojisinde karşılaştığımız anlatı zamanı ile anlatılan zaman arasındaki
duruma benzer. Zamansız olmaları nedeniyle prolepsis, analepsis ve metalepsis[11]
bir eksende ele alınabilirler. Bu nesnel durumun Mehmed Uzun edebiyatının
şekillenmesinde önemli birkaç anlamı bulunuyor. Mehmed Uzun romanlarının büyük
bir çoğunluğunda bu sözlü tarih anlatıcıları var. Dolayısıyla Uzun’un
edebiyatına ilişkin ilk elde çıkarılacak sonuç, sözlü kültür ile yazıyı
birleştiren bir temelde durduğudur. Bir anlamıyla da, hikâye anlatıcılığını
modern çağın ürünü olan roman kurgusu içinde harmanlayarak anlatı geleneğini
yazı kültürü içinde diri tutan edebi bir biçem yaratıyor Mehmed Uzun. Biçemi ve
biçimi oluşturan muhtevayı ise, tıpkı dengbej anlatılarında olduğu gibi
anti-kronolojik zaman oluşturuyor. Dolayısıyla dengbej anlatıları biçeme, biçem
de biçime kaynaklık ederek masalsı, fantastik bir dille yoğrulmuş roman türü
çıkıyor ortaya.
Bunun en galiz örneği hiç
kuşkusuz Abdalın Bir Günü.
Dengbejlerin piri Evdalê Zeynikê’nin hayatı, yine başka bir dengbej olan Ehmedê
Fermanê Kiki’nin anlatı dili
kullanılarak yazılıyor. Anlatı ve
yazı’yı birleştiren ise Mehmed Uzun. Romanın anlatıcı kişisi Ehmedê Fermanê
Kiki’dir ve anlatı şafakla başlayıp şafakla biter. Ehmedê Ferman’ın bu bir
günlük anlatısı içinde (ya da anlatı zamanı içinde) sözünü ettiği, anlattığı
kişi ise (yani anlatılan zaman) Evdalê Zeynikê’dir ve geriye dönüşler, ileri
atlamalarla zaman sınırı ortadan kalkıyor. Bu yönüyle roman, iç katmanda
anlatılan Evdalê Zeynikê’nin öyküsünü bir gün içinde olup biten dış anlatıya
bağlayarak katmanlı bir yapıya bürünüyor. Romanı deneysel bir tür içinde ele
almamıza olanak sağlayan bu katmanlı yapı, klasik roman türlerinde bulunan
merkez ve denge unsurlarını yapı bozuma uğratıyor ve okuyucu tek bir izleğe,
örneğin Ehmedê Fermanê Kiki’ye bağlı kalmadan kendi okuma izleğini
yaratabiliyor. Kurgusal düzlem, başka bir dengbej olan Ehmedê Fermanê Kiki
ekseninde yükseldiği için de romanın yazım aracı söz yerine dil ve sesle örülerek,
“okura” değil de “dinleyiciye” söylenen bir strana dönüşüyor. İç kulvarda
Ehmedê Fermanê Kiki aracılığıyla anlatı kültürü varlığını sürdürürken, dış
kulvarda Mehmed Uzun yazılı kültür aracı romanı oluşturuyor. İç kulvarda,
anlatı ustası Ehmedê Fermanê eliyle bir başka anlatı ustası Evdalê Zeynikê
hayat bulurken, dış kulvarda söz ve yazı ustası Mehmed Uzun eliyle bu iki
anlatı ustası hayat buluyor.
Aynı eksen ve fakat farklı
bir kurgusal düzlemi Dicle’nin Sürgünleri
serilerinde de gösteriyor Mehmed Uzun. Bu kez kelime ustası dengbej Bıro’nun
sesi kendisi oluyor ve epik anlatı içinde Mezopotamya coğrafyasındaki tüm
unutulmuşların sesini destansı bir üslupla duyuruyor okura. Anlatıcı yine bir
dengbej olunca kronolojik düzlem bozuluyor ve tıpkı Homeros’un Odysseus’unda
olduğu gibi destansı bir med-cezir bir yolculukta buluyor okur kendini.
Bu noktada bir parantez açıp
W. Benjamin’i hatırlamakta fayda var. Benjamin, modern çağın başında ortaya
çıkan roman sanatının, hikâye anlatıcılığının yerini alarak sözlü anlatı
geleneğini parçalandığını söylüyordu. Benjamin’in bağlamı farklıydı kuşkusuz.
Ona göre hikâye anlatıcılığının bellekle çok yakından ilgisi vardı ve birinci
dünya savaşının getirdiği yıkım, ciddi oranda bellek erozyonuna neden olmuştu.
Dolayısıyla kapitalizmin gelişimi ve amnezi arasında dolaysız bir ilişki
kurarak, bellek yitiminin hikâye anlatıcılığının sonunu getirdiğine ulaşıyordu.[12]
Benjamin’in sözünü ettiği bellek yitimi ve nesnellik arasındaki neden-sonuç
ilişkisinin Kürt coğrafyası açısından tanıdık olduğunu söylemeye gerek yok.
İşte Mehmed Uzun’un, yukarıda sözünü ettiğimiz ve altını çizmek istediğimiz
“muhasebe” olgusu tam da bu eksende edebi ve estetik bir anlam kazanıyor. Uzun,
dengbej kültürünü romanlarının ana ekseni haline getirmekle hem unutulmuş ve
unutturulmaya çalışılan bir kültürü tekrar hatırlatıyor ve hem de roman dilini
dengbejlerin anlatı diliyle örerek belleksizleştirilmeye edebi ve ironik bir
meydan okuyor. Çünkü dengbejlik kültürünün malzemesinde zaten büyük oranda
savaş, yıkım, gözyaşı ve sürgün konuları hâkim. Bu yüzden dengbej Bıro’nun
sesinde, anlatısında bir hüzün hâkim. Yıkımın, yenilginin, sürgün olmanın
getirdiği acı hâkim. Bu yüzden dengbej Bıro, kendisini dinleyenleri Kürtler’in,
Yezidiler’in, Süryaniler’in, Araplar’ın, Yahudiler’in, Ermeniler ve Türkler’in
yaşadığı coğrafyaya taşıyarak unutulmuş olanların sesi oluyor. “Kulak verdiğimiz seslerde, susmuş olanların
yankısını”[13]
dile getiriyor. Dengbej Bıro bunu yaparken Mehmed Uzun da unutulmuş kelime ve
söz avcılarının sesi olarak, anlatıyı yazıyla hatırlatıyor.
Mehmed Uzun’un edebi
yolculuğu, Yaşlı Rind’in Ölümü’ndeki
Serdar’ın yolculuğudur. Ülkesinden gitmek zorunda bırakılmış, sürgün edilmiş
Serdar ile Mehmed Uzun arasındaki korelasyon, Serdar’ın Yaşlı Rind’i, Mehmed Uzun’un
da bir bütün olarak dengbejleri görmesiyle bir anlam kazanıyor. Yaşlı Rind,
Serdar’ı kendi geçmişine, anadiline, kültürüne götürüyor. Sürgün edilmiş,
ülkesinden kaçmak zorunda kalmış Serdar için bu durum yeniden bir keşif. Yaşlı
Rind’in anlatılarında edebi hazzın kaynağı dengbejleri buluyor Serdar. Bulduğu
anda da o boş sayfaları dolduracağını düşündüğü Rind ölüyor. “O sayfalar hala hüzünlü bir boşluk içinde,
boşluğa bakıyor. Ne yazık ki hala o boş sayfaları canlandırabilecek kimseyi
bulamadım… senin yazma biçimin de tam sana uygun… senin eski dünyaya ait,
kaybolmuş devir ve devranlara ait. Kayboluyor, Yaşlı Rind, o dünya yitip
gidiyor…”[14]
diyen Serdar ile “Kuşkusuz renkli
nakışlarla canlandırmaya fırsat bulamadığın o boş sayfalar, öyle mahzun ve
boynu bükük kalmamalı. Onlar da öteki sayfalar gibi mutlu olmalı. Bunun için
elimden gelen her şeyi yapacağım… bu sayfaların hüzünlü boşluktan kurtulmaları
için her şeyi yapacağım. Kuşkusuz her şeyi.”[15]
Diyen Serdar arasında Mehmed Uzun bulunuyor.
Yaşlı Rind’e söz veren
Serdar’ın sözünü, dengbejlerin sesini edebiyatının asal nesnesi yapan Mehmed
Uzun yerine getiriyor ve böylece geniş bir “muhasebe” külliyatı yaratarak,
mağdur edilmiş Kürt dili ve edebiyatını koltuk değneklerinden kurtarmayı
başarıyor.
(Birikim Dergisi, Mayıs 2010)
[1] Mehmed Uzun, Sen,
Kürtçeden çeviren Selim Temo, (İstanbul: İthaki Yayınları, 2006), S. 19.
[2] Mehmed Uzun, Diclenin Sürgünleri-Diclenin Sesi
II, Çev: Muhsin Kızılkaya, (İstanbul: İthaki Yayınları, 2005), S.73.
[3] Abidin Parıltı, 28/08/2009 tarihli
Radikal Kitap eki.
[4] Hatta Abdalın Bir Günü
romanında dengbej Ehmedê Fermanê Kiki’den, Evdalê Zeynikê’nin
hayatını anlatmasını ve yazmasını
isteyen kişi bizatihi Celadet Ali Bedirxan’dır.
[5] Memduh Selim Bey, “Yitik Bir Aşkın
Gölgesinde” romanının kahramanı.
[6] Ester ve Dengbej Bıro, “Diclenin
Sesi” serilerinin kahramanları.
[7] Baz ve Kevok, “Aşk Gibi Aydınlık
Ölüm Gibi Karanlık” romanının kahramanları.
[8] Mehmed Uzun, Yitik Bir Aşkın Gölgesinde,
Çev: Muhsin Kızılkaya, (İstanbul: Belge yayınları, 19915), S. 52.
[9] Mehmed Uzun, Sen, S. 33.
[10] Mehmed Uzun, Abdalın Bir Günü, Çev:
Selim Temo, (İstanbul: İthaki Yayınları, 2005), S. 10-17.
[11] Prolepsi, sonradan olan şeylere
anlatının şimdisinde değinme, Analepsi, olayın şimdisini anlatırken eskiye
değinme, Metalepsi, dönüp eskiyi anlatırken sonradan olanları ekleme. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), S. 318.
[12] Ayrıntılı bilgi için bkz. Walter
Benjamin, Son Bakışta Aşk, “Hikaye
Anlatıcısı”, Yayına hazırlayan: Nurdan Gürbilek, (İstanbul: Metis
Yayınları, 1993)
[13] Walter Benjamin, Pasajlar,
Çev: Ahmet Cemal, (İstanbul: YKY, 1995), S. 34.
[14] Mehmed Uzun, Yaşlı Rind’in Ölümü, Çev:
Ali Osman Ölmez, (İstanbul: Gendaş Kültür, 2004), S. 133.
[15] Yaşlı Rind’in Ölümü, S.
134.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder