“Kullandığımız yöntemlerin büyük
bir sakıncası var.
Kabul etmek gerek. Yalancı da olsa, pehlivan, kahraman
yaratıyoruz…”[1]
Nietzsche, “yaratıcı olmak için
öncelikle yok edici ve değerleri parçalayıcı” olmak gerekliliğini söylüyor Ecce Homo’nun sonunda. Ona göre
“putların alacakaranlığı” yaratının önündeki büyük bir engel ama bu
alacakaranlığın içinden yeninin çıkması da kaçınılmaz: “putlar” batmış ve “eski
doğruların” sonu gelmiştir. Alacakaranlık şeffaf bir kötülük olarak okunabilir.
Şeffaf, çünkü yaratıcı bir aydınlığı da barındırır içinde.
Bilge Karasu’nun Gece’sine bakılırsa Nietzsche haklı
olmalı. Geleneksel okurun üzerine yükseldiği edebi zemini ve tersten
bakıldığında aynı anlama gelecek olan modernist epistemolojiyi boşa çıkaran Gece, okuru yeni olanaklar bulmaya;
edebi olduğu kadar estetik, teorik olduğu kadar felsefi bir zorlamanın içine
itiyor, zorluyor. Gecenin karanlığında yolunu kaybetmiş ‘özne’nin yolunu
bulmasına değil, gecenin içinde rizom (kök-sap) olmasına olanak sağlayacak
paradigmatik bir eksen sunuyor.
Burası önemli. Çünkü Gece’nin öznesi, gecenin dışına çıkıp
kendini aydınlıkta var edebilecek bir özne değil, gecenin içinde, geceye içkin
bir öznedir. Deleuze&Guattari’nin, Kafka yapıtlarını “çoğul girişleri olan
bir köksap”[2]
olarak nitelemesine benzer bir biçimde, biz de Deleuze&Guattari’ye
sırtımızı dayayarak şunu söyleyebiliriz: Karasu’nun Gece’sinde, gecenin karanlığı ve öznenin aydınlığı iç içedir. Ya da
gece, içinde öznenin aydınlığını barındırmaktadır. Bu anlamıyla gece, dışı
olmayan çoklu bir düzlemdir ve öznemiz, o çokluğun içinde, tıpkı kök-gövdenin
“bir şeyden diğerine yatay gidip gelmesi gibi, birini ve ötekini süpüren, aşındıran”[3]
olarak pek çok noktayla temas
etmektedir. Gece’nin içinde yolunu
kaybetmiş bir yabancı olarak özne, geceyi yargılayan, dışarı çıkmaya çalışan
değil, geceyi eğip büken, onu kıran olarak vardır.
Bu durumda henüz başlarken şunu
söylememizde bir sakınca yok: Edebiyat geçmişimize bakılırsa Gece’nin asi bir rolü bulunuyor.
Sarsıcı, yıkıcı, dağıtıcı ama yeni bir yaratma özgürlüğünü besleyen bir roman Gece.
Böyle bir roman hakkında ne söylenmeli ya da nereden başlamalı? Bir kere
edebi bir söylem açısından her şeyin ters yüz edildiği bir romanla karşı
karşıyayız. Öncelikle bu ters yüz edilme durumu hangi saiklerle anlatılacaktır?
Öyle ya, bir ters yüz edilme durumu söz konusuysa, nesnemiz hakkında
yapacağımız ilk saptama, onun klasik roman kalıpları dışında olduğu, klasik
roman anlayışına uymadığıdır. Bu ilk saptama ikinci bir saptamayı koşulluyor,
beraberinde ikinci bir soruyu; klasik roman anlayışı nedir?
Bir roman
hakkında, “roman şunu anlatıyor, konu bu, şöyle bir teknikle yazılmış,
kahramanları şu bu” belirlenimini ilk elde yapamıyor isek, söz konusu roman
hakkında farklı bir çıkarım yapılmalıdır. Böyle bir roman için, klasik bir
roman değildir diyebiliriz. Ama kimi geleneksel, klasik romanlarda da bunları
kolayca, ilk elde dillendiremeyebiliriz. O halde bu yeterli bir anlatım
olmamaktadır. Yeterli bir anlatım için bir tanım ihtiyacı duyulabilir. Ama söz
konusu olan edebiyat olduğunda yapılacak her tanım bir eksiklik
barındıracaktır. Bu, edebiyatın tanımının zor olmasından kaynaklanmaz. Edebiyat
denilen kavramın açık uçlu durumu, tanım için namüsait bir durum arz eder.
Tanımsal açıdan edebiyatın bir ölçüsü yoktur. O halde bir tanımdan çok, bir
tarife ihtiyacımız bulunmaktadır.
Klasik roman
ölçütleri bizlere öncelikle bir temsil alanı sunar. Anlatılacak olanın üzerine
inşa edileceği bir bağlamdır bu. Bu alan, yazarın önceden belirlemiş olduğu bir
yahut birkaç karakter, tip vs. açısından ele alınarak yahut tipler karakterler
gösterilenin içine yedirilerek konu bütünlüğü oluşturulur. Örgü, gittikçe artan
bir yoğunlaşmayla sona doğru gider. Olay örgüsü, dil, biçim, konu bir yazım
yöntemi dâhilinde kurularak ritim kazandırılır. Zaman ve anlam bütünlüğü klasik,
modern roman kurgusunun olmazsa olmazıdır. Zaman ve anlam bütünlüğü
kazandırılarak sonlanan romanda biz bir sonuca varırız. Roman içi ve dışına
dair kimi çıkarsamalar yaparız. Taraf oluruz yahut olmayız. Kuşkusuz eksikli.
Ne ki, eksikli de olsa bu tarif klasik roman üzerine bir çıkarsama
yapabilmemize olanak sunuyor. O halde şunu söyleyebiliriz; okuduğumuz roman bu
kalıpların hiçbirine uymuyor ise ve dahası bu algılama biçimlerini tümden
parçalıyor ve yapıyı bozuyor ise, söz konusu roman klasik ölçütlerle ele
alınabilecek bir boyut taşımıyor demektir.
Yapıyı bozan
bir romandan söz ettiğimize göre, söz konusu romanımızda konu bütünlüğünden,
daha doğrusu zamanı ve uzamı net bir konudan söz edemeyiz demektir. Alt – üst
olma durumu, konu bütünlüğünün kavramsal yansıması olan gösteren-gösterilen
ilişkisine de yansıyarak özneyi, modern roman yazarını da yok etmekte; özne ve
nesnenin belirsizleşmesine yol açmaktadır. Ortada konu bütünlüğü olmayan bir
romandan söz ettiğimize göre, olmayan bir konunun sonundan da söz edemeyiz
demektir. Sonu olmadığına göre, anlam bütünlüğü ve gösteren-gösterilen ilişkisi
içinde (biçimsel bir başlangıç cümlesinden söz etmiyor isek eğer) bir
başlangıçtan da söz etmek pek mümkün değil: Başı ve sonu olmayan bir roman.
Demek ki, romanımızın bir asal kişisi yok. Yazarı (öznesi) yok. Konu bütünlüğü
ve anlam, dolayısıyla bir baş ve son bulunmuyor. Gösteren ve gösterilenin belirsizliği
söz konusu. Ve her şeyi bozan bir üslup. Hatta bozumun kendisini bile.
Bilge
Karasu’nun Gece’si, tüm bunları gösteren bir roman olarak çıkıyor
karşımıza. Daha doğrusu, son ve başlangıcın belirsizleştiği, yapının tümden
bozulduğu Gece’nin üslubuna sadık kalıp biz de pek ala sonda söylenmesi
gerekeni başta söyleyebiliriz: klasik, geleneksel roman yazımında vuku bulan
perspektifsel daralmayı minyatürvari bir üslupla bozuma uğratan Gece
romanı bize her şeyi gösteriyor ama net bir şey anlatmıyor, dahası bundan
özenle kaçınıyor. Bu, ortaya bir yargı çıkarmak anlamında yapılmış eleştirel
bir olumsuzlama değil. Yani bu yazı çerçevesinde yapılacak olan, Gece’den bir “anlam” çıkartma uğraşı
olmayacak. Dahası böyle bir çaba, yazarın söylem bütünlüğü ekseninden
bakıldığında “anlamsız” kalacak. Burada yapılacak olana daha çok, “ben”i
ortadan kaldıran ve buna bağlı olarak akıl merkezli modern eleştirel yaklaşımı
yapı bozumun nesnesi haline getiren edebi bir nesnedeki düşünce sistematiğine
pek de edebi sayılmayacak bir yazı yoluyla yeniden okumak denmeli. Bu olsa olsa
Gece romanının edebi olmayan dipnotu;
bir anlamıyla da sağlama çalışması olabilir. Çünkü Gece romanı, yapı
bozumcu bir yazı pratiğiyle bütünü parçalayarak bir yargıya varmamıza engel
olmakta, kurgu, dil ve biçem açısından bizleri roman dışı, bir yönüyle felsefi,
psikanalitik bir varoluşa doğru itmektedir. Eğer bir edebiyat metodundan söz
edilecekse, Bilge Karasu bu metodu bozmakta, anlamı (eğer bir anlam varsa)
metnin altına, bir sis perdesinin ardına gizleyerek bütünlük ve anlamı romanın
dışında saklamaktadır.
O halde Gece’ye
dair ilk elimizde olan, yazarın roman dışı felsefi bir söyleme sahip olduğu,
dil ve üslubu bu eksenli kullandığı ve biçime bu söylemin yön verdiğidir. Tüm
kurgu ve anlayış “bozum” üzerine inşa edilmiş, akış bu yönde kurulmuştur. Öyle
ki, romanı okurken bu akışın da “bozuma” uğradığını görürüz. Ne ki, bozuma
uğrayan salt kurgu ve akış değil. Yazar, “yarılma” ve “parçalanma” olgusunu
metnin tümüne yedirip zaman-mekân, dil-biçim öğelerini de bozumun nesneleri
haline getirerek, tüm bunların üstünde “ben”i ortadan kaldıran felsefi söylemi,
edebi söylemle kucaklaştırır. “Ben” kavramında somutlanan öznenin yok oluş
süreci, bir yönüyle bütünü bozuma uğratmanın da teorik, epistemolojik bir
zemini olur. Özne yok ise, söz konusu yazım pratiği Bilge Karasu’da nasıl
işliyor o halde? Bu önemli.
İlk elde
aklımıza gelen, bu yazım pratiğinde dilin montaj olduğudur. Ancak bir noktayı
belirtmek gerekir. Montaj olan özne değil kullanılan dildir. Montaj, monte
edilen, sonradan eklenen ise, “Ben”in yitimi açısından ele alındığında romanın
işlevsel çözümü için pek ön açıcı bir belirleme olmuyor. Kullanılan dilin montaj olduğuna şüphe yok. Ama kullananın diline bakılırsa öznenin yok
olumu ile montaj tekniği arasında bir sorunsal var. Bu sorunsal, montajın,
tözsel bir biçim olmasını geciktiriyor. Çünkü Karasu’ya göre öznenin yok olumu
bir süreci takip ediyor. Diğer bir deyişle özne, bütünsel ve durağan bir varlık
ya da bilinç olmaktan süreç içinde çıkarak yok oluyor. Romanda kullanılan dil
ile kullanılan ironik söylemin paradoks oluşturması “öznenin yavaş yavaş
bitiminin” ve metnin öznesiz bir metin
haline gelişinin farkındalığını; bir nevi yazarın farkındalığını imliyor
bize. Dili montaj temelli kuran Bilge Karasu, bunun farkında olarak ironik bir
yazım pratiği gerçekleştiriyor. Yazan olarak özne, yolunu kaybediyor…
Başımı almış gidiyorum…
Önemli olan, bir takım yolların olayı
da, okuyanı da bir yerlere ulaştıramayacağını, buna karşılık ancak bir iki
yolun sonuna dek gidileceğini okuyana sezdirmemek…
Kişileri hem var kılmalıyım, hem de
belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu?
Öznenin ara sıra belirsizleşmesi… (56)
Öznenin belirsizleşmeye başladığı bu belirsizlik durumunda, özneyle
birlikte gösterilen de belirsizleşmeye, belki de anlamsızlaşmaya başlıyor bir
bakıma. “Kişileri belirsizlik içinde bırakma” dürtüsü, belirsizliğin
yansımasından feyiz alıyor. Gerçekte bu ne demek? Evet, bunu yazar da soruyor
aslında.
Her şeyin iç yüzünü biliyormuş da
söylemiyormuş gibi gösterilen, yazılan kişi ile, bilen, söylemeyen ama
söylemediğini belli etmekten geri durmayan yazar arasındaki ince ayrımı nasıl
tutabilirim denetim altında?… Düzeltmen, Yaratman, Yazar, kitabın en başında
kaldı. Bu gidişle onu bir daha anmayacağa benziyorum (71)
(…)art benlikleri olmağa kalkıştım.
Art benlik demek yanlış, düzeltiyorum, art benleri demeliyim. Hoş, art olmasına
art da, ben mi bırakıyoruz ortada. (95) (abç)
Benzer pek çok alıntı bulunabilir. Lakin sürecin, öznenin (ben’in) yok
olumuyla sonuçlandığını görebiliyoruz. Öznenin olmadığı yerde, onun
belirlenimindeki her şey de bir yok olum sürecine giriyor. Önce belirsizleşmeye
başlıyor özne, “düzeltmen, yaratman ve yazardan” sonra bir boşluk
kalıyor geriye. Kitabın başından itibaren parçalara ayrılmış bir özne, özne
midir? Olması mümkün değil. Bu boşluk, Karasu’nun içine düştüğü bir boşluk
değil, belirsizliğin yaratmış olduğu bir boşluktur. Bu belirsizliğin, onu,
yazdığının da belirsizleşmeye başladığını görmesiyle ittiği parçalı benliği
gitgide silikleşmeye ve kimlik yitimine götürüyor. Özne belirsizleşmiş, kimlik
yok olmuştur. Parçalara ayrılmış ve gecenin karanlığında bir “hiç-olum”
sürecine girmiş olan ben, etkisini yitirmiştir. Öznenin yok olumunu hazırlayan
ve onu yok eden Bilge Karasu, başka bir boyuta sıçrayarak modern kurgu ve
algılamanın yokolumuna doğru bir yön açıyor. Öznenin anlamını yitirdiği yerde,
anlamın da pek bir şey ifade etmediğini ileride görüyoruz:
Şimdiki durumda dörde bölünmüş olmam,
ulaşmak istediğim simgesel kavrayıcılığı gerçekleştirmekte beni ne ölçüde
başarılı kılabilir? Daha doğrusu…
Hayır, ne diyeceğimi bilemez duruma
gelmenin de herhangi bir anlamı olamaz…(145)
Anın bu durumunun imlediği yer metin dışı alana yapılan gönderme ve anlam
çözümlemeleridir. Öznenin parçalara ayrılması ile anlamın bitmesi arasındaki
korelasyon, düşünceye sınır çizme olgusunda gizlenir. Dahası, “düşünmeye değil,
düşüncelerin dile getirilişine.”[4] Bu
sınır, Tractatus’un henüz önsözünde
dile geldiği gibi, “dilin içinde çizilecektir ve sınırın ötesinde kalan da
düpedüz saçma olacaktır.”[5] Bu
bağlam, parçalanma, anlam ve anlamı oluşturan simgesel olanda yoğunlaşır.
Yazarın “simgesel kavrayıcılık” dediği durum nedir? Romanın başlangıç bölümü
önemli.
Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor.
Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmaya başlar
başlamaz, her yer boza dönecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne
düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre yeter gibi görünecek herkese. Sonra
tepelerde karalıkta kalacak. Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi
görünen tek şey olacak…(15)
Romana bu satırlarla başlayan Bilge Karasu, göndermelerle dolu pek çok
giz yüklüyor bu satırlara. Gece’ye
simgesel bir anlatım hâkimdir. “Anlamı ayakta tutan, öteki başka anlamlara
yapılan göndermedir” diyen Lacan’ın simge dönemi tariflerini okur gibi
oluruz. Romanın tüm alt-üst okumalarında hâkim olan anlam simge, gece
kavramında somutlanır. Karasu, gece’ye simgesel bir anlam yüklerken, kitabın
dibacesinde alıntıladığı Jean Genet söylevi destekçisi olur yazarın.
…uzak tehlikeli bir geceye – geceler
hep böyledir zaten – girip yittiler.
…simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü
o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri
bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. Her biri
güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da,
bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür…(11)
Genet’nin, “gecenin tehlikeyi barındırması”, “simgenin karanlık
anlamı” ifadeleri, Karasu’da isimsel bir anlama bürünür: “Gecenin
işçileri”. Sanki bir kişi yahut kişiler olarak tanımlanır gece. Yavaş yavaş
gelen ve her şeyi yok eden, parçalayandır gece, gecenin işçileri. İsimsel bir
tanımı barındırsa da, fenomonolojik bir durumdur. Olguyu (anlamı) ayakta kılan,
onun alt okunmasıdır. Gecenin varlığı karşısında özne, Lacan’ın “imgesel dönem”
olarak tarif ettiği bebekliğin ilk durumudur; bebeğin kendisi ile dış dünya
arasında bir ayrım yapamaması, “ben”i oluşturamamasıdır.
Freud’a göre bebeğin ilk gelişiminde
özne ile nesne, kendisi ile dış dünya arasında kesin bir ayrım mümkün değildir.
Lacan işte bu döneme ‘imgesel’ adını verir; bu, belirli bir benlik merkezinden
yoksun olduğumuz, kapalı, sürekli bir mübadele içinde sahip olduğumuz
‘benliğin’ nesnelere, nesnelerin ise bu ‘benliğe’ geçip durduğu bir dönemdir. [6]
Edebi söylem açısından “ben”in yok olması, parçalanması yahut kimliğin
gecenin karanlığında belirsizleşmesiyle, “dil bu karalığın içinde
yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak”tır. Gösteren-gösterilen
ilişkisinin bitimi, yerini salt dilin oluşturduğu söylem alanına terk eder.
Dil, Bilge Karasu için karmaşık bütünü ifade aracı olur. Ortada özne yoksa
nesnesi de yoktur ki, ikisi romanda iç içe geçmiştir. O halde “dilin tek
gerçek” olarak kalması ve onun oluşturduğu söylem anlamının yitmesi, tıpkı
Foucault’da olduğu gibi dilin salt “esrarlı ve geçici varlığı olan
kelimeler”e indirgenmesini çağrıştırır. Tüm anlam yitimi içerisinde
anlamını koruyan salt dil ve onun belirlediği söylem olur. Söylem, ama
söyleyeni olmayan, belirsiz, parçalı, önemsiz bir dilin söylemi. Dili kendine
özgü bir biçimde yeniden kurarak bütün bir yapıtı “imgesel dönem”
tanımını hak edecek bir çerçeveye büründürür Bilge Karasu. Parçalanmış bir
benlikten kurtulmanın yolu çocuğun dili keşfiyle başlaması gibi, dili
simgelerin aracı haline büründürür. Ne ki bu okuma, dil yardımıyla bir “ben”
yaratma üzere değildir. Tersine, kendine özgü dil kullanımıyla “ben”i ve
merkezi parçalayıcılığı körükleyen olarak vücut bulur.
Dili öğrenmeye başlayınca çocuk,
bilinç dışı olarak göstergenin ancak öteki göstergelerle arasındaki
farklılıktan dolayı bir anlam olduğunu öğrenir. Dil, ‘nesnelerin yerine geçer’.
… ama yine de her şey yoluna girmiş
sayılmaz. Çünkü gördüğümüz gibi Freud’a göre bu süreçten geçen özne ‘bölünmüş’,
ego’nun bilinçli yaşamı ile bilinç dışı veya bastırılmış istek arasında
sıkışmış kalmış bir öznedir. [7]
Karasu’nun dili kullanımı, bir üslup yaratmak için değildir. O daha çok,
parçalanmayı yaratan olarak vardır. Dil, yapı bozumun bir aracı olarak kendini
var eder. Bilge Karasu, bir yönüyle Freud okuması yapmaktan ziyade, Freud’a
Guattari ve Deleuze’un “Anti – Oidip”çi şizo-analiz yöntemiyle bakar.
Deleuze-Guattari’nin Anti-Oidipus’u,
‘ben’ merkezli felsefeye son darbeyi vurmuştur… ‘Ben’i merkeze koyan felsefe
bireyin toplumsal alandaki tutsaklığını bir veri olarak ele almaktadır. Çünkü
‘ben’, aile başta olmak üzere toplumsal yapılar tarafından belirlenmektedir…
Psikanalizm… kavramlar üreterek ben’i
inşa etmekte ve ben arzuyu biçimlendirmektedir. Psikanaliz arzuyu
tutsaklaştırdığına göre, bu arzuyu özgürleştirecek bir yöntemin bulunması
gerekmektedir. Deleuze-Guattari bu yöntemin psikanalizin zıttı olan şizo-analiz
olduğunu ileri sürmektedirler. Şizo-analizin amacı, arzuyu Oidipus
boyunduruğundan kurtararak onu şizofrenikleştirmektedir.[8]
Bilge Karasu’nun baktığı göz, Deleuze-Guattari’nin söylemiyle
“şizofrenik” bir gözdür. Şizofren bir vaka olarak yazar, modern var olma
biçimlerine saldırır. Modernizmin özne (ben) temelli akıl yürütmelerini,
üslubunu bozar. Bütün yoktur. Bütün, bölümlere, bölümler alt bölümlere
parçalanır; Karasu’nun söylemiyle her şey “hiç-olum” denen süreci
yaşamaktadır.
Biçim ve Üslup Üzerine Metin İçi Bir Yolculuk
Herhangi bir konuda önemli bir işlevi olan herhangi bir makine düşünelim.
Ne amaçlandıysa ona hizmet eden bir işlev. Örneğin bir kutu yaratma makinesi
olsun bu. Söz konusu makinenin bütünü, salt olduğu biçimiyle düşündüğümüzde,
yapısal olarak kendi içinde işlevsel bir bağ taşımaz. Bütün içinde yapısal
olarak tek tek parçalar bir önem taşırlar. Teknik olarak ise bu parçaların bir
işlevi bulunmaz. Ama her bir parça bütün için olmazsa olmazdırlar. Tümü, ayrı
da olsa, bütün de olsa teknik olarak makinedir ama hiçbir işlevselliği olmayan
bir makinedir. Ve biz böyle bir makineden kutu üretmesini bekleyemeyiz. Yap-boz
gibi örneğin. Parçalar söküm yerlerinden birleştirilmeye başlandığı anda, bir işlevden
de söz etmeye başlamış olacağız. Bu bütünün oluşmaya başlamasıdır. Makine kutu
üretmeye başlar. Edebi anlam, tek tek sözcüklerin birleşimiyle kollektivize
olur. Söylem anlamı oluşturur, anlam söylemi destekler.
Gece’de yapı ve söylem, söküm yerlerinden parçalara ayrıştırılmış
bir makineyi andırır. Tek tek söylemler bütünü oluşturmaz. Söküm yerlerinden
birleştirilmiş makine gibi anlam üretmez. Birleştirilse de, parça olarak kalsa
da Gece’de anlama yönelik bir vurgu yoktur. Modernin temsil ilişkisinin
yok edilmesi denen öznenin yerinden edilmesi, söyleyişin de, anlamın da
parçalandığının temelidir. Yazarı olmayan bir yazı pratiği olarak Bilge Karasu,
kendi söylemi içerisinde bütünü ve anlamı, söküm yerlerinden parçalayarak yok
etmiş, kendi dilini yaratmıştır. Ama herhangi bir gerçekliğin, bir yazarın dili
değildir bu. Öznenin, yazım nesnesinin öznesi olmaktan çıktığı ve yazının
(dilin) nesnesi olmaya başladığı bir durum olur. Yazı bir özne, yazar bir nesne
olmaktadır. Söküm yerlerinden ayrıştırılmış parçaların özne, makinenin nesne
olmasına benzemektedir. Böyle bir makinenin kutu üretmesi kadar anlam ve bütün
üretir Gece. Öznenin yok olum süreci, dilin, nesnesini temsil etme
durumunu da yıkım sürecine sokmaktadır. Kullanılan dil gösterileni anlamamızın
önüne engel oluyor. Gösterileni anlamamıza engel olan şey, gösterenin problem
nesnesi olmasından başka bir şey değildir. Esasında problem, Bilge Karasu’nun
tamamen kendi dilini konuşuyor olmasından kaynaklanıyor. Belki de bu, yazarın
bir üst-dil yaratma uğraşı. Öyle yahut böyle, temsil nosyonunun en önemli
ayaklarından biri yok edilirken, teker teker tüm unsurlar da bu parçalanmadan,
bozumdan nasibini alıyor. “Zamanı yok etmeye çalışırken, söyleyişimizin
yapısını da bozuma uğratmamız gerekmez mi?” (74) diye sorarken Bilge
Karasu, üç vurguyu bu kısacık cümleye sıkıştırıyor; zaman da, söyleyiş de, yapı
da teker teker bozuluyor. Bu bozumun nedeni nedir? Söylem biçiminden anlıyoruz
ki salt bir yenilik arayışı değil bu. Söylem, “dışarıdan dayatılan” akıl
merkezli yöntemle yapılan felsefi bir tartışmayı gösteriyor.
Kusursuz yapıtlarla, yontulu biçili
yazılarla sanıyoruz ki sözcüklere eşi görülmemiş bir düzen kurduracak,
ölüme karşı insanın utkusunu tazeleyeceğiz…yazı yoluyla dünyanın karışıklığına,
insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, sabukluğu, çoğumuza, belki de
hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor…ne zaman vazgeçeceğiz,
kendimizi birbirimizi böyle aldatmaktan?
Ben bunları yazmakla, vazgeçmiş
oluyor muyum? (191.abç)
“Ben”i yok etmek, zamanı yok etmek, söyleyişin yapısını bozmak, akıl
merkezli “düzen” yaratmaya karşı, bir saldırı olarak var ediyor kendini. “Eğer şeylerde ya da şeylerin durumunda bir
parça düzen yoksa, tıpkı nesnel bir anti-kaos gibi, fikirlerde de bir parça
düzen olmayacaktır”[9] diyen
Deleuze&Guattari’nin Gece’yi
okuduğunu pek ala söyleyebiliriz. Olay ve olguların düzensizliğinden hareketle
fikirlerde de olan düzensizlik edebi söylem açısından söyleyişteki
düzensizliğe, söyleyiş yapısının özne ve zamanla birlikte bozumuna yol açıyor.
Ve Bilge Karasu, metni bambaşka biçimlerde kuruyor. Dört ana bölüm ve neredeyse
her biri eşit uzunlukta 110 alt bölümden oluşan metnin bu biçimiyle yazılışı
yetmiyormuş gibi, neredeyse her alt bölüm arası dipnot geçişleri ve kimi
yerlerde dipnotun dipnotu vurgusuyla perspektifi iyice dağıtıyor Bilge Karasu. Bölüm
ve alt bölümlerin bitmemiş, yazarın tabiriyle birer “taslak” niteliği taşıyor
olmasıyla da okurun anlamı kavramasına sanki “dur” ihtarı çekiliyor. Bölümler
arası anlamsal geçiş kaybolduğu gibi, bölümden bölüme sürekli yinelenen bir
tarz yaratıyor yazar. Bütünsel ve ilerleyen zamansal anlamın olmayışı, bölümler
arası anlam bütünlüğünün yok olumu, olayın nerede, ne zaman başlayıp, nasıl
bittiği konusunda çıkarım yapmamıza engel oluyor. Birinci alt bölüm ile, ikinci
alt bölüm arasında hiçbir korelasyon olmadığı gibi, Birinci alt bölümle 110.
alt bölüm arasında da hiçbir ilinti kurulamıyor. Bölümler arası tek ilinti, bir
önceki bölümden kalan silik kimi izler oluyor. Ama öyle bir iz kuruluyor ki, görünmemesine
rağmen bir bölümden diğerine geçiş kolayca gerçekleşebiliyor. Sanki bölümler
birbirine, alttan giden ama arasında bir bağlantı yokmuş izlenimi veren
köksapla bağlanıp, sonunda bir yerlere varacakmışçasına bir illüzyon
yaratılıyor. Ne ki, hiçbir bölümde ya da bütünde ne bugüne, ne geçmişe ne de
ileriye yönelik iz bırakılmıyor, okur, okuduğuyla kalıyor. Bilge Karasu her ne
kadar “kimin okuyacağını düşünmeden bu kitabı bitirmeli” dese de,
sayfalar ilerledikçe aslında bu kitabın hiç bitmeyeceğini ve okurun her zaman
okuduğuyla kalacağını görüyoruz. Çünkü yazar, ardında yalnızca bir “taslak”
bırakmakta ve “kullanılan yöntemlere” darbe vurmaktadır.
Bütün bu düşünceleri bir yana
bıraksam da, unutmamam gereken şey, ardımda bir taslak bırakacağımdır. Ancak
bir taslak… taslak; bitmemişlik… (177)
Perspektifin tümden parçalanıyor oluşu, son ve başlangıcın yerinden
ediliyor olması metni belirli bir bakış açısıyla anlamlandırma olanağını
ortadan kaldırıyor. Tüm bu durum, edebiyatın bilgilendirici, pedagojik işlev ve
yapısını yok ediyor. Gece, bu açıdan
edebiyatın yoldan çıkımı ve mevcut yöntemin yerinden edilmesinin bir okuması
olarak var ediyor kendini. “Put sözcüğü,
şimdiye dek ‘doğru’ dedikleri şeydir düpedüz.”[10]
Nietzche’ye bakılırsa Bilge Karasu haklı olmalı. Çünkü hala, “belledikleri kalıplarla konuşulmadıkça,
ırzlarına geçildiğini sanan zavallılar vardır.” (214)
Temmuz 2009
(Birikim Dergisi)
(Birikim Dergisi)
[1] Bilge
Karasu, Gece, (İstanbul: Metis Edebiyat, 1998), s. 112. [Kitaptan yapılacak bundan sonraki alıntılar
yanda sayfasıyla belirtilecektir.]
[2] G.Deleuze-F.Guattari, Kafka
Minör Bir Edebiyat İçin, Çev: Özgür Uçkan-Işık Ergüden, (İstanbul: YKY,
2000), s. 7.
[3] Rizom (Kök-sap) için
ayrıntılı bilgi bkz. G.Deleuze-F.Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, Bin Yayla,
Çev: Ali Akay, (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1990)
[4] L. Wıttgensteın, Tractatus
Logico-Philosophicus, Çev.: Oruç Aruoba, (İstanbul: YKY, Eylül 2003),
s.9.
[5] age. s.9.
[6] Terry
Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev: Esen Tarım, (İstanbul: Ayrıntı Y,) s.
185.
[7]
A.g.e. s. 188.
[8]
Mukadder Yakupoğlu. Özne ve Söylem, Doğu Batı düşünce dergisi,
Yıl 3, Sayı 9, Ocak 1999, S. 72.
[9] Gilles Deleuze-Felix
Guattari, Felsefe Nedir?, Çev.:
Turhan Ilgaz, (İstanbul: YKY, 2001), s. 179.
[10] F. Nietzche, Ecce
Homo, Çev: Can Alkor, (İstanbul: YKY, 2001), s. 90.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder