26 Haziran 2014 Perşembe

GECE’DE KAYBOLAN “BEN” (Bilge Karasu’nun Gece Romanı Üzerine Eleştirel Bir Deneme)



“Kullandığımız yöntemlerin büyük bir sakıncası var. 
Kabul etmek gerek. Yalancı da olsa, pehlivan, kahraman yaratıyoruz…”[1]

Nietzsche, “yaratıcı olmak için öncelikle yok edici ve değerleri parçalayıcı” olmak gerekliliğini söylüyor Ecce Homo’nun sonunda. Ona göre “putların alacakaranlığı” yaratının önündeki büyük bir engel ama bu alacakaranlığın içinden yeninin çıkması da kaçınılmaz: “putlar” batmış ve “eski doğruların” sonu gelmiştir. Alacakaranlık şeffaf bir kötülük olarak okunabilir. Şeffaf, çünkü yaratıcı bir aydınlığı da barındırır içinde.
Bilge Karasu’nun Gece’sine bakılırsa Nietzsche haklı olmalı. Geleneksel okurun üzerine yükseldiği edebi zemini ve tersten bakıldığında aynı anlama gelecek olan modernist epistemolojiyi boşa çıkaran Gece, okuru yeni olanaklar bulmaya; edebi olduğu kadar estetik, teorik olduğu kadar felsefi bir zorlamanın içine itiyor, zorluyor. Gecenin karanlığında yolunu kaybetmiş ‘özne’nin yolunu bulmasına değil, gecenin içinde rizom (kök-sap) olmasına olanak sağlayacak paradigmatik bir eksen sunuyor.
Burası önemli. Çünkü Gece’nin öznesi, gecenin dışına çıkıp kendini aydınlıkta var edebilecek bir özne değil, gecenin içinde, geceye içkin bir öznedir. Deleuze&Guattari’nin, Kafka yapıtlarını “çoğul girişleri olan bir köksap”[2] olarak nitelemesine benzer bir biçimde, biz de Deleuze&Guattari’ye sırtımızı dayayarak şunu söyleyebiliriz: Karasu’nun Gece’sinde, gecenin karanlığı ve öznenin aydınlığı iç içedir. Ya da gece, içinde öznenin aydınlığını barındırmaktadır. Bu anlamıyla gece, dışı olmayan çoklu bir düzlemdir ve öznemiz, o çokluğun içinde, tıpkı kök-gövdenin “bir şeyden diğerine yatay gidip gelmesi gibi, birini ve ötekini süpüren, aşındıran”[3] olarak  pek çok noktayla temas etmektedir. Gece’nin içinde yolunu kaybetmiş bir yabancı olarak özne, geceyi yargılayan, dışarı çıkmaya çalışan değil, geceyi eğip büken, onu kıran olarak vardır.
Bu durumda henüz başlarken şunu söylememizde bir sakınca yok: Edebiyat geçmişimize bakılırsa Gece’nin asi bir rolü bulunuyor. Sarsıcı, yıkıcı, dağıtıcı ama yeni bir yaratma özgürlüğünü besleyen bir roman Gece.
Böyle bir roman hakkında ne söylenmeli ya da nereden başlamalı? Bir kere edebi bir söylem açısından her şeyin ters yüz edildiği bir romanla karşı karşıyayız. Öncelikle bu ters yüz edilme durumu hangi saiklerle anlatılacaktır? Öyle ya, bir ters yüz edilme durumu söz konusuysa, nesnemiz hakkında yapacağımız ilk saptama, onun klasik roman kalıpları dışında olduğu, klasik roman anlayışına uymadığıdır. Bu ilk saptama ikinci bir saptamayı koşulluyor, beraberinde ikinci bir soruyu; klasik roman anlayışı nedir?
Bir roman hakkında, “roman şunu anlatıyor, konu bu, şöyle bir teknikle yazılmış, kahramanları şu bu” belirlenimini ilk elde yapamıyor isek, söz konusu roman hakkında farklı bir çıkarım yapılmalıdır. Böyle bir roman için, klasik bir roman değildir diyebiliriz. Ama kimi geleneksel, klasik romanlarda da bunları kolayca, ilk elde dillendiremeyebiliriz. O halde bu yeterli bir anlatım olmamaktadır. Yeterli bir anlatım için bir tanım ihtiyacı duyulabilir. Ama söz konusu olan edebiyat olduğunda yapılacak her tanım bir eksiklik barındıracaktır. Bu, edebiyatın tanımının zor olmasından kaynaklanmaz. Edebiyat denilen kavramın açık uçlu durumu, tanım için namüsait bir durum arz eder. Tanımsal açıdan edebiyatın bir ölçüsü yoktur. O halde bir tanımdan çok, bir tarife ihtiyacımız bulunmaktadır.
Klasik roman ölçütleri bizlere öncelikle bir temsil alanı sunar. Anlatılacak olanın üzerine inşa edileceği bir bağlamdır bu. Bu alan, yazarın önceden belirlemiş olduğu bir yahut birkaç karakter, tip vs. açısından ele alınarak yahut tipler karakterler gösterilenin içine yedirilerek konu bütünlüğü oluşturulur. Örgü, gittikçe artan bir yoğunlaşmayla sona doğru gider. Olay örgüsü, dil, biçim, konu bir yazım yöntemi dâhilinde kurularak ritim kazandırılır. Zaman ve anlam bütünlüğü klasik, modern roman kurgusunun olmazsa olmazıdır. Zaman ve anlam bütünlüğü kazandırılarak sonlanan romanda biz bir sonuca varırız. Roman içi ve dışına dair kimi çıkarsamalar yaparız. Taraf oluruz yahut olmayız. Kuşkusuz eksikli. Ne ki, eksikli de olsa bu tarif klasik roman üzerine bir çıkarsama yapabilmemize olanak sunuyor. O halde şunu söyleyebiliriz; okuduğumuz roman bu kalıpların hiçbirine uymuyor ise ve dahası bu algılama biçimlerini tümden parçalıyor ve yapıyı bozuyor ise, söz konusu roman klasik ölçütlerle ele alınabilecek bir boyut taşımıyor demektir.
Yapıyı bozan bir romandan söz ettiğimize göre, söz konusu romanımızda konu bütünlüğünden, daha doğrusu zamanı ve uzamı net bir konudan söz edemeyiz demektir. Alt – üst olma durumu, konu bütünlüğünün kavramsal yansıması olan gösteren-gösterilen ilişkisine de yansıyarak özneyi, modern roman yazarını da yok etmekte; özne ve nesnenin belirsizleşmesine yol açmaktadır. Ortada konu bütünlüğü olmayan bir romandan söz ettiğimize göre, olmayan bir konunun sonundan da söz edemeyiz demektir. Sonu olmadığına göre, anlam bütünlüğü ve gösteren-gösterilen ilişkisi içinde (biçimsel bir başlangıç cümlesinden söz etmiyor isek eğer) bir başlangıçtan da söz etmek pek mümkün değil: Başı ve sonu olmayan bir roman. Demek ki, romanımızın bir asal kişisi yok. Yazarı (öznesi) yok. Konu bütünlüğü ve anlam, dolayısıyla bir baş ve son bulunmuyor. Gösteren ve gösterilenin belirsizliği söz konusu. Ve her şeyi bozan bir üslup. Hatta bozumun kendisini bile.
Bilge Karasu’nun Gece’si, tüm bunları gösteren bir roman olarak çıkıyor karşımıza. Daha doğrusu, son ve başlangıcın belirsizleştiği, yapının tümden bozulduğu Gece’nin üslubuna sadık kalıp biz de pek ala sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyebiliriz: klasik, geleneksel roman yazımında vuku bulan perspektifsel daralmayı minyatürvari bir üslupla bozuma uğratan Gece romanı bize her şeyi gösteriyor ama net bir şey anlatmıyor, dahası bundan özenle kaçınıyor. Bu, ortaya bir yargı çıkarmak anlamında yapılmış eleştirel bir olumsuzlama değil. Yani bu yazı çerçevesinde yapılacak olan, Gece’den bir “anlam” çıkartma uğraşı olmayacak. Dahası böyle bir çaba, yazarın söylem bütünlüğü ekseninden bakıldığında “anlamsız” kalacak. Burada yapılacak olana daha çok, “ben”i ortadan kaldıran ve buna bağlı olarak akıl merkezli modern eleştirel yaklaşımı yapı bozumun nesnesi haline getiren edebi bir nesnedeki düşünce sistematiğine pek de edebi sayılmayacak bir yazı yoluyla yeniden okumak denmeli. Bu olsa olsa Gece romanının edebi olmayan dipnotu; bir anlamıyla da sağlama çalışması olabilir. Çünkü Gece romanı, yapı bozumcu bir yazı pratiğiyle bütünü parçalayarak bir yargıya varmamıza engel olmakta, kurgu, dil ve biçem açısından bizleri roman dışı, bir yönüyle felsefi, psikanalitik bir varoluşa doğru itmektedir. Eğer bir edebiyat metodundan söz edilecekse, Bilge Karasu bu metodu bozmakta, anlamı (eğer bir anlam varsa) metnin altına, bir sis perdesinin ardına gizleyerek bütünlük ve anlamı romanın dışında saklamaktadır.
O halde Gece’ye dair ilk elimizde olan, yazarın roman dışı felsefi bir söyleme sahip olduğu, dil ve üslubu bu eksenli kullandığı ve biçime bu söylemin yön verdiğidir. Tüm kurgu ve anlayış “bozum” üzerine inşa edilmiş, akış bu yönde kurulmuştur. Öyle ki, romanı okurken bu akışın da “bozuma” uğradığını görürüz. Ne ki, bozuma uğrayan salt kurgu ve akış değil. Yazar, “yarılma” ve “parçalanma” olgusunu metnin tümüne yedirip zaman-mekân, dil-biçim öğelerini de bozumun nesneleri haline getirerek, tüm bunların üstünde “ben”i ortadan kaldıran felsefi söylemi, edebi söylemle kucaklaştırır. “Ben” kavramında somutlanan öznenin yok oluş süreci, bir yönüyle bütünü bozuma uğratmanın da teorik, epistemolojik bir zemini olur. Özne yok ise, söz konusu yazım pratiği Bilge Karasu’da nasıl işliyor o halde? Bu önemli.
İlk elde aklımıza gelen, bu yazım pratiğinde dilin montaj olduğudur. Ancak bir noktayı belirtmek gerekir. Montaj olan özne değil kullanılan dildir. Montaj, monte edilen, sonradan eklenen ise, “Ben”in yitimi açısından ele alındığında romanın işlevsel çözümü için pek ön açıcı bir belirleme olmuyor. Kullanılan dilin montaj olduğuna şüphe yok. Ama kullananın diline bakılırsa öznenin yok olumu ile montaj tekniği arasında bir sorunsal var. Bu sorunsal, montajın, tözsel bir biçim olmasını geciktiriyor. Çünkü Karasu’ya göre öznenin yok olumu bir süreci takip ediyor. Diğer bir deyişle özne, bütünsel ve durağan bir varlık ya da bilinç olmaktan süreç içinde çıkarak yok oluyor. Romanda kullanılan dil ile kullanılan ironik söylemin paradoks oluşturması “öznenin yavaş yavaş bitiminin” ve metnin öznesiz bir metin haline gelişinin farkındalığını; bir nevi yazarın farkındalığını imliyor bize. Dili montaj temelli kuran Bilge Karasu, bunun farkında olarak ironik bir yazım pratiği gerçekleştiriyor. Yazan olarak özne, yolunu kaybediyor…

Başımı almış gidiyorum…
Önemli olan, bir takım yolların olayı da, okuyanı da bir yerlere ulaştıramayacağını, buna karşılık ancak bir iki yolun sonuna dek gidileceğini okuyana sezdirmemek…
Kişileri hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu?
Öznenin ara sıra belirsizleşmesi…  (56) 

Öznenin belirsizleşmeye başladığı bu belirsizlik durumunda, özneyle birlikte gösterilen de belirsizleşmeye, belki de anlamsızlaşmaya başlıyor bir bakıma. “Kişileri belirsizlik içinde bırakma” dürtüsü, belirsizliğin yansımasından feyiz alıyor. Gerçekte bu ne demek? Evet, bunu yazar da soruyor aslında.

Her şeyin iç yüzünü biliyormuş da söylemiyormuş gibi gösterilen, yazılan kişi ile, bilen, söylemeyen ama söylemediğini belli etmekten geri durmayan yazar arasındaki ince ayrımı nasıl tutabilirim denetim altında?… Düzeltmen, Yaratman, Yazar, kitabın en başında kaldı. Bu gidişle onu bir daha anmayacağa benziyorum (71)

(…)art benlikleri olmağa kalkıştım. Art benlik demek yanlış, düzeltiyorum, art benleri demeliyim. Hoş, art olmasına art da, ben mi bırakıyoruz ortada. (95) (abç) 

Benzer pek çok alıntı bulunabilir. Lakin sürecin, öznenin (ben’in) yok olumuyla sonuçlandığını görebiliyoruz. Öznenin olmadığı yerde, onun belirlenimindeki her şey de bir yok olum sürecine giriyor. Önce belirsizleşmeye başlıyor özne, “düzeltmen, yaratman ve yazardan” sonra bir boşluk kalıyor geriye. Kitabın başından itibaren parçalara ayrılmış bir özne, özne midir? Olması mümkün değil. Bu boşluk, Karasu’nun içine düştüğü bir boşluk değil, belirsizliğin yaratmış olduğu bir boşluktur. Bu belirsizliğin, onu, yazdığının da belirsizleşmeye başladığını görmesiyle ittiği parçalı benliği gitgide silikleşmeye ve kimlik yitimine götürüyor. Özne belirsizleşmiş, kimlik yok olmuştur. Parçalara ayrılmış ve gecenin karanlığında bir “hiç-olum” sürecine girmiş olan ben, etkisini yitirmiştir. Öznenin yok olumunu hazırlayan ve onu yok eden Bilge Karasu, başka bir boyuta sıçrayarak modern kurgu ve algılamanın yokolumuna doğru bir yön açıyor. Öznenin anlamını yitirdiği yerde, anlamın da pek bir şey ifade etmediğini ileride görüyoruz:

Şimdiki durumda dörde bölünmüş olmam, ulaşmak istediğim simgesel kavrayıcılığı gerçekleştirmekte beni ne ölçüde başarılı kılabilir? Daha doğrusu…
Hayır, ne diyeceğimi bilemez duruma gelmenin de herhangi bir anlamı olamaz…(145)

Anın bu durumunun imlediği yer metin dışı alana yapılan gönderme ve anlam çözümlemeleridir. Öznenin parçalara ayrılması ile anlamın bitmesi arasındaki korelasyon, düşünceye sınır çizme olgusunda gizlenir. Dahası, “düşünmeye değil, düşüncelerin dile getirilişine.”[4] Bu sınır, Tractatus’un henüz önsözünde dile geldiği gibi, “dilin içinde çizilecektir ve sınırın ötesinde kalan da düpedüz saçma olacaktır.”[5] Bu bağlam, parçalanma, anlam ve anlamı oluşturan simgesel olanda yoğunlaşır. Yazarın “simgesel kavrayıcılık” dediği durum nedir? Romanın başlangıç bölümü önemli.

Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmaya başlar başlamaz, her yer boza dönecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepelerde karalıkta kalacak. Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak…(15)

Romana bu satırlarla başlayan Bilge Karasu, göndermelerle dolu pek çok giz yüklüyor bu satırlara. Gece’ye simgesel bir anlatım hâkimdir. “Anlamı ayakta tutan, öteki başka anlamlara yapılan göndermedir” diyen Lacan’ın simge dönemi tariflerini okur gibi oluruz. Romanın tüm alt-üst okumalarında hâkim olan anlam simge, gece kavramında somutlanır. Karasu, gece’ye simgesel bir anlam yüklerken, kitabın dibacesinde alıntıladığı Jean Genet söylevi destekçisi olur yazarın.

…uzak tehlikeli bir geceye – geceler hep böyledir zaten – girip yittiler.
…simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür…(11)

Genet’nin, “gecenin tehlikeyi barındırması”, “simgenin karanlık anlamı” ifadeleri, Karasu’da isimsel bir anlama bürünür: “Gecenin işçileri”. Sanki bir kişi yahut kişiler olarak tanımlanır gece. Yavaş yavaş gelen ve her şeyi yok eden, parçalayandır gece, gecenin işçileri. İsimsel bir tanımı barındırsa da, fenomonolojik bir durumdur. Olguyu (anlamı) ayakta kılan, onun alt okunmasıdır. Gecenin varlığı karşısında özne, Lacan’ın “imgesel dönem” olarak tarif ettiği bebekliğin ilk durumudur; bebeğin kendisi ile dış dünya arasında bir ayrım yapamaması, “ben”i oluşturamamasıdır.

Freud’a göre bebeğin ilk gelişiminde özne ile nesne, kendisi ile dış dünya arasında kesin bir ayrım mümkün değildir. Lacan işte bu döneme ‘imgesel’ adını verir; bu, belirli bir benlik merkezinden yoksun olduğumuz, kapalı, sürekli bir mübadele içinde sahip olduğumuz ‘benliğin’ nesnelere, nesnelerin ise bu ‘benliğe’ geçip durduğu bir dönemdir. [6]

Edebi söylem açısından “ben”in yok olması, parçalanması yahut kimliğin gecenin karanlığında belirsizleşmesiyle, “dil bu karalığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak”tır. Gösteren-gösterilen ilişkisinin bitimi, yerini salt dilin oluşturduğu söylem alanına terk eder. Dil, Bilge Karasu için karmaşık bütünü ifade aracı olur. Ortada özne yoksa nesnesi de yoktur ki, ikisi romanda iç içe geçmiştir. O halde “dilin tek gerçek” olarak kalması ve onun oluşturduğu söylem anlamının yitmesi, tıpkı Foucault’da olduğu gibi dilin salt “esrarlı ve geçici varlığı olan kelimeler”e indirgenmesini çağrıştırır. Tüm anlam yitimi içerisinde anlamını koruyan salt dil ve onun belirlediği söylem olur. Söylem, ama söyleyeni olmayan, belirsiz, parçalı, önemsiz bir dilin söylemi. Dili kendine özgü bir biçimde yeniden kurarak bütün bir yapıtı “imgesel dönem” tanımını hak edecek bir çerçeveye büründürür Bilge Karasu. Parçalanmış bir benlikten kurtulmanın yolu çocuğun dili keşfiyle başlaması gibi, dili simgelerin aracı haline büründürür. Ne ki bu okuma, dil yardımıyla bir “ben” yaratma üzere değildir. Tersine, kendine özgü dil kullanımıyla “ben”i ve merkezi parçalayıcılığı körükleyen olarak vücut bulur.

Dili öğrenmeye başlayınca çocuk, bilinç dışı olarak göstergenin ancak öteki göstergelerle arasındaki farklılıktan dolayı bir anlam olduğunu öğrenir. Dil, ‘nesnelerin yerine geçer’.
… ama yine de her şey yoluna girmiş sayılmaz. Çünkü gördüğümüz gibi Freud’a göre bu süreçten geçen özne ‘bölünmüş’, ego’nun bilinçli yaşamı ile bilinç dışı veya bastırılmış istek arasında sıkışmış kalmış bir öznedir. [7]

Karasu’nun dili kullanımı, bir üslup yaratmak için değildir. O daha çok, parçalanmayı yaratan olarak vardır. Dil, yapı bozumun bir aracı olarak kendini var eder. Bilge Karasu, bir yönüyle Freud okuması yapmaktan ziyade, Freud’a Guattari ve Deleuze’un “Anti – Oidip”çi şizo-analiz yöntemiyle bakar.

Deleuze-Guattari’nin Anti-Oidipus’u, ‘ben’ merkezli felsefeye son darbeyi vurmuştur… ‘Ben’i merkeze koyan felsefe bireyin toplumsal alandaki tutsaklığını bir veri olarak ele almaktadır. Çünkü ‘ben’, aile başta olmak üzere toplumsal yapılar tarafından belirlenmektedir…
Psikanalizm… kavramlar üreterek ben’i inşa etmekte ve ben arzuyu biçimlendirmektedir. Psikanaliz arzuyu tutsaklaştırdığına göre, bu arzuyu özgürleştirecek bir yöntemin bulunması gerekmektedir. Deleuze-Guattari bu yöntemin psikanalizin zıttı olan şizo-analiz olduğunu ileri sürmektedirler. Şizo-analizin amacı, arzuyu Oidipus boyunduruğundan kurtararak onu şizofrenikleştirmektedir.[8] 

Bilge Karasu’nun baktığı göz, Deleuze-Guattari’nin söylemiyle “şizofrenik” bir gözdür. Şizofren bir vaka olarak yazar, modern var olma biçimlerine saldırır. Modernizmin özne (ben) temelli akıl yürütmelerini, üslubunu bozar. Bütün yoktur. Bütün, bölümlere, bölümler alt bölümlere parçalanır; Karasu’nun söylemiyle her şey “hiç-olum” denen süreci yaşamaktadır.  

Biçim ve Üslup Üzerine Metin İçi Bir Yolculuk
Herhangi bir konuda önemli bir işlevi olan herhangi bir makine düşünelim. Ne amaçlandıysa ona hizmet eden bir işlev. Örneğin bir kutu yaratma makinesi olsun bu. Söz konusu makinenin bütünü, salt olduğu biçimiyle düşündüğümüzde, yapısal olarak kendi içinde işlevsel bir bağ taşımaz. Bütün içinde yapısal olarak tek tek parçalar bir önem taşırlar. Teknik olarak ise bu parçaların bir işlevi bulunmaz. Ama her bir parça bütün için olmazsa olmazdırlar. Tümü, ayrı da olsa, bütün de olsa teknik olarak makinedir ama hiçbir işlevselliği olmayan bir makinedir. Ve biz böyle bir makineden kutu üretmesini bekleyemeyiz. Yap-boz gibi örneğin. Parçalar söküm yerlerinden birleştirilmeye başlandığı anda, bir işlevden de söz etmeye başlamış olacağız. Bu bütünün oluşmaya başlamasıdır. Makine kutu üretmeye başlar. Edebi anlam, tek tek sözcüklerin birleşimiyle kollektivize olur. Söylem anlamı oluşturur, anlam söylemi destekler.
Gece’de yapı ve söylem, söküm yerlerinden parçalara ayrıştırılmış bir makineyi andırır. Tek tek söylemler bütünü oluşturmaz. Söküm yerlerinden birleştirilmiş makine gibi anlam üretmez. Birleştirilse de, parça olarak kalsa da Gece’de anlama yönelik bir vurgu yoktur. Modernin temsil ilişkisinin yok edilmesi denen öznenin yerinden edilmesi, söyleyişin de, anlamın da parçalandığının temelidir. Yazarı olmayan bir yazı pratiği olarak Bilge Karasu, kendi söylemi içerisinde bütünü ve anlamı, söküm yerlerinden parçalayarak yok etmiş, kendi dilini yaratmıştır. Ama herhangi bir gerçekliğin, bir yazarın dili değildir bu. Öznenin, yazım nesnesinin öznesi olmaktan çıktığı ve yazının (dilin) nesnesi olmaya başladığı bir durum olur. Yazı bir özne, yazar bir nesne olmaktadır. Söküm yerlerinden ayrıştırılmış parçaların özne, makinenin nesne olmasına benzemektedir. Böyle bir makinenin kutu üretmesi kadar anlam ve bütün üretir Gece. Öznenin yok olum süreci, dilin, nesnesini temsil etme durumunu da yıkım sürecine sokmaktadır. Kullanılan dil gösterileni anlamamızın önüne engel oluyor. Gösterileni anlamamıza engel olan şey, gösterenin problem nesnesi olmasından başka bir şey değildir. Esasında problem, Bilge Karasu’nun tamamen kendi dilini konuşuyor olmasından kaynaklanıyor. Belki de bu, yazarın bir üst-dil yaratma uğraşı. Öyle yahut böyle, temsil nosyonunun en önemli ayaklarından biri yok edilirken, teker teker tüm unsurlar da bu parçalanmadan, bozumdan nasibini alıyor. “Zamanı yok etmeye çalışırken, söyleyişimizin yapısını da bozuma uğratmamız gerekmez mi?” (74) diye sorarken Bilge Karasu, üç vurguyu bu kısacık cümleye sıkıştırıyor; zaman da, söyleyiş de, yapı da teker teker bozuluyor. Bu bozumun nedeni nedir? Söylem biçiminden anlıyoruz ki salt bir yenilik arayışı değil bu. Söylem, “dışarıdan dayatılan” akıl merkezli yöntemle yapılan felsefi bir tartışmayı gösteriyor.

Kusursuz yapıtlarla, yontulu biçili yazılarla sanıyoruz ki sözcüklere eşi görülmemiş bir düzen kurduracak, ölüme karşı insanın utkusunu tazeleyeceğiz…yazı yoluyla dünyanın karışıklığına, insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, sabukluğu, çoğumuza, belki de hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor…ne zaman vazgeçeceğiz, kendimizi birbirimizi böyle aldatmaktan?
Ben bunları yazmakla, vazgeçmiş oluyor muyum? (191.abç)

“Ben”i yok etmek, zamanı yok etmek, söyleyişin yapısını bozmak, akıl merkezli “düzen” yaratmaya karşı, bir saldırı olarak var ediyor kendini. “Eğer şeylerde ya da şeylerin durumunda bir parça düzen yoksa, tıpkı nesnel bir anti-kaos gibi, fikirlerde de bir parça düzen olmayacaktır”[9] diyen Deleuze&Guattari’nin Gece’yi okuduğunu pek ala söyleyebiliriz. Olay ve olguların düzensizliğinden hareketle fikirlerde de olan düzensizlik edebi söylem açısından söyleyişteki düzensizliğe, söyleyiş yapısının özne ve zamanla birlikte bozumuna yol açıyor. Ve Bilge Karasu, metni bambaşka biçimlerde kuruyor. Dört ana bölüm ve neredeyse her biri eşit uzunlukta 110 alt bölümden oluşan metnin bu biçimiyle yazılışı yetmiyormuş gibi, neredeyse her alt bölüm arası dipnot geçişleri ve kimi yerlerde dipnotun dipnotu vurgusuyla perspektifi iyice dağıtıyor Bilge Karasu. Bölüm ve alt bölümlerin bitmemiş, yazarın tabiriyle birer “taslak” niteliği taşıyor olmasıyla da okurun anlamı kavramasına sanki “dur” ihtarı çekiliyor. Bölümler arası anlamsal geçiş kaybolduğu gibi, bölümden bölüme sürekli yinelenen bir tarz yaratıyor yazar. Bütünsel ve ilerleyen zamansal anlamın olmayışı, bölümler arası anlam bütünlüğünün yok olumu, olayın nerede, ne zaman başlayıp, nasıl bittiği konusunda çıkarım yapmamıza engel oluyor. Birinci alt bölüm ile, ikinci alt bölüm arasında hiçbir korelasyon olmadığı gibi, Birinci alt bölümle 110. alt bölüm arasında da hiçbir ilinti kurulamıyor. Bölümler arası tek ilinti, bir önceki bölümden kalan silik kimi izler oluyor. Ama öyle bir iz kuruluyor ki, görünmemesine rağmen bir bölümden diğerine geçiş kolayca gerçekleşebiliyor. Sanki bölümler birbirine, alttan giden ama arasında bir bağlantı yokmuş izlenimi veren köksapla bağlanıp, sonunda bir yerlere varacakmışçasına bir illüzyon yaratılıyor. Ne ki, hiçbir bölümde ya da bütünde ne bugüne, ne geçmişe ne de ileriye yönelik iz bırakılmıyor, okur, okuduğuyla kalıyor. Bilge Karasu her ne kadar “kimin okuyacağını düşünmeden bu kitabı bitirmeli” dese de, sayfalar ilerledikçe aslında bu kitabın hiç bitmeyeceğini ve okurun her zaman okuduğuyla kalacağını görüyoruz. Çünkü yazar, ardında yalnızca bir “taslak” bırakmakta ve “kullanılan yöntemlere” darbe vurmaktadır.

Bütün bu düşünceleri bir yana bıraksam da, unutmamam gereken şey, ardımda bir taslak bırakacağımdır. Ancak bir taslak… taslak; bitmemişlik… (177)

Perspektifin tümden parçalanıyor oluşu, son ve başlangıcın yerinden ediliyor olması metni belirli bir bakış açısıyla anlamlandırma olanağını ortadan kaldırıyor. Tüm bu durum, edebiyatın bilgilendirici, pedagojik işlev ve yapısını yok ediyor. Gece, bu açıdan edebiyatın yoldan çıkımı ve mevcut yöntemin yerinden edilmesinin bir okuması olarak var ediyor kendini. “Put sözcüğü, şimdiye dek ‘doğru’ dedikleri şeydir düpedüz.”[10] Nietzche’ye bakılırsa Bilge Karasu haklı olmalı. Çünkü hala, “belledikleri kalıplarla konuşulmadıkça, ırzlarına geçildiğini sanan zavallılar vardır.” (214)

Temmuz 2009
(Birikim Dergisi) 





[1] Bilge Karasu, Gece, (İstanbul: Metis Edebiyat, 1998), s. 112. [Kitaptan yapılacak bundan sonraki alıntılar yanda sayfasıyla belirtilecektir.]
[2] G.Deleuze-F.Guattari, Kafka Minör Bir Edebiyat İçin, Çev: Özgür Uçkan-Işık Ergüden, (İstanbul: YKY, 2000), s. 7.
[3] Rizom (Kök-sap) için ayrıntılı bilgi bkz. G.Deleuze-F.Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, Bin Yayla, Çev: Ali Akay, (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1990)
[4] L. Wıttgensteın, Tractatus Logico-Philosophicus, Çev.: Oruç Aruoba, (İstanbul: YKY, Eylül 2003), s.9.
[5] age. s.9.
[6] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev: Esen Tarım, (İstanbul: Ayrıntı Y,) s. 185.
[7] A.g.e. s. 188.
[8] Mukadder Yakupoğlu. Özne ve Söylem, Doğu Batı düşünce dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Ocak 1999, S. 72.
[9] Gilles Deleuze-Felix Guattari, Felsefe Nedir?, Çev.: Turhan Ilgaz, (İstanbul: YKY, 2001), s. 179.
[10] F. Nietzche, Ecce Homo, Çev: Can Alkor, (İstanbul: YKY, 2001), s. 90. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder