“Hâkim
şeytan olunca hüküm de böyle olur” (Venedik Taciri)
Shakespeare “Venedik
Taciri”ni yazdığında Yahudiler gaz odalarında yakılmamıştı henüz. Soykırıma da
uğramamışlardı. Ama zeki Shakespeare iktidarın despotik yönü olduğunu iyi sezen
bir yazardı ve Shylock’a, sırf Yahudi olduğu için iktidar tarafından haksızlık
yapıldığını iyi görmüştü. Shakespeare’den yaklaşık iki yüz küsur yıl sonra
ortaya çıkan Hitler, Shakespeare’in haklı çıkması için elinden gelen her şeyi
yaptı ve Shakespeare’in, “Venedik Taciri”nde neden Yahudi Shylock’un tarafını
tuttuğunun kanıtı oldu.
Shakespeare, Shylock
üzerinden, iktidarın sürekli aynı şeyi gören ve hep de görmek istediği gibi
gören tek gözlü bir yaratık olduğunu iyi göstermişti. O günden bugüne pek çok
şey değişti ama iktidarın bu niteliği hiç değişmedi. Dahası gelişerek
başkalaştı ve bu hep görmek istediği göze bu kez daha vahim olanı; kendisi gibi
“gören” insanlar yaratması ve bu tür kütlelere ihtiyaç duyuyor olması eklendi.
İktidar kitleselleşti ve Foucault’un kavramıyla söylersek, biyo-iktidarlaştı.
Bu yüzden Foucault “iktidar her yerde” derken haklıydı. Haklıydı, çünkü bu
aslında sistemin yeniden üretiminin olmazsa olmaz koşullarından birini
oluşturuyordu ve kapitalizm bunu gerçekleştirmişti. Aynıyla vakidir ki,
varlığının yeniden üretimini düşünmeyen hiçbir iktidarın yaşama şansı yoktur.
Yeniden üretimin temel momentini işte bu kendisi gibi gören kütleler vücuda
getirmektedir.
Althusser bu
yeniden üretim mevzusunu ideoloji meselesini incelerken ele almıştı. Ondan önce
Gramsci buna hegemonya başlığı altında değinmişti ki bu, Althusser’in yolunu
açan bir kavramlaştırmaydı. “Zor ile rıza, tahakküm ile hegemonya, şiddet ile
uygarlık” burjuva iktidarların yönlerini ve yönelimlerini gösterir diyordu Gramsci.
Bu anlamda burjuva iktidarların asıl kaynağını, baskıcı olmayan ideolojik
aygıtlar aracılığıyla elde edilen ‘halkın rızası’ ilkesinin teşkil ettiğini
saptamıştı.
“Biyo-iktidar”,
“iktidar her yerde” ve “halkın rızası” olgularının salt teorik birer olgu
olmaktan çıkıp somut bir durum olduğunun en net göstergesini, bayrak asma ya da
eline bayrağı alarak sokak sokak gezip Türk olmayan bütün etnikleri düşman
görme ritüellerinde görebiliriz. İktidarların arayıp da bulamadığı bu durum bir
anlamıyla koruculuğun şehirlerdeki tezahürüdür. Haliyle sistemin yeniden
üretiminin momentini oluşturmaktadır.
Hatırlanırsa,
Dağlıca baskınında esir alınan ve sonra bırakılan 8 asker için dönemin adalet
şeyi M. Ali Şahin, “ölselerdi daha iyi olurdu” anlamına gelen, “kurtulmuş
olmalarından dolayı sevindiğimi söyleyemem” demişti. Doğu Perinçek denilen
korucu “tabutla gelselerdi daha çok sevinirdim” demişti. Bu, hakikattir.
İktidar ve korucuları kurtulan askerler için sevinmez. Çünkü ölen askerler
iktidar için yitip giden masum canlar değil, iktidarı yeniden üretecek olanak
olarak görülürler. Ölen her asker, “vatan sağ olsun” diskurunu besleyen
propaganda değeri taşımaktadır, başka bir değeri değil. “Vatan sağ olsun”
söylemi, bu anlamıyla bir yeniden üretimdir. Ve yeniden üretime hizmet
etmeyecek hiçbir gelişme, olanak, durum sergilenmez. Oğlu öldüğü için “vatan
sağ olsun” demeyen ebeveyn görünmez kılınır. Sanki her anne baba oğlu öldüğü
için memnunmuş havası yaratılır. Yaratılan bu hava yeniden üretim olanakları
için bir gölge nedendir, başka bir şey değil.
Gıdıklandığında gülenler, yaralandığında
kanları akanlar!
Hitler, Alman
halkını Yahudilere düşman kılmak için tüm yöntemleri kullanmıştı. Onun
propaganda bakanı Gobbels, Yahudilere karşı oluşturulan faşist bilinci, “halkın
ruhu kaynadı ve sonunda taştı” diye gazetelere manşet attırmıştı.
Zeytinburnu’nda
Kürtlere saldırıp evlerini ve işyerlerini talan eden, kapıları teker teker
çalıp “burada Kürt var mı?” diye soran insanların sırtını sıvazlayıp, “bundan
sonrasını biz hallederiz” diyen Gobbelsvari söylemler Shylock sendromunu
körüklemekten ve böylece sistemi biyo-iktidar kanalıyla yeniden üretmekten
başka sonuçlar doğurmaz. Diskur aynı, maruz kalanlar farklı.
Daha önce
Ermeniler yaşamış ve onlar üzerinden yaratılmıştı bu durum. Sonra Aleviler. Bir
ara Lazlar. Başka gayrı Müslimler ve bütün ötekiler… Bu coğrafyada Shylock
sendromunu yaşamayan hiç kimse yok. Şimdi en çok Kürtler yaşıyor bu durumu.
Sokakta görülen
her esmer, potansiyel terörist muamelesi görüyor örneğin. Gelişigüzel kimlikler
toplanıyor. Cezaevi nakil aracında sırf Kürt oldukları için yakılmalarına
olanak sağlanıyor. Ne zaman bir asker cenazesi gelse metropoldeki Kürtler bir
anda Shylock sendromuna kapılıyor. Pek çoğu linç ediliyor. Otobüslerde Kürtçe
konuşan gençler “ruhu kaynatılan halkın” kem gözlerine maruz kalıyor. Devlet,
en tepesinden başlayıp en aşağısına kadar Susurluk kamyonunun altında
kalmışken, Kürtler en kıytırık dizilerde ya terörist ya uyuşturucu kaçakçısı ya
mafya olarak gösteriliyor. Dezenformasyon yoluyla kitleler terörize ediliyor ve
Kürtlere saldırmanın gerekçesi kılınıyor. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” söylemi,
sokaktaki her insanın zihnine nakşediliyor. Biyo-iktidar faşizmi çoğaltıyor ve
Kürtler, biyo-iktidar yoluyla pasifize edilmeye çalışılıyor. Bu ülkede öldürülmek
için dört nedenden biri Kürt olmaktır.
Hâsılı, insanlar
Kürtlere ne kadar düşman edilirse sistem o kadar yeniden ürüyor. Gelgelelim, sistem
Kürtlere düşman yaratarak kendini yeniden üretirken, öte taraftan zulmün en beterini
yine Kürtlere göstererek meşruiyetini zaten sağlamış oluyor. Toplu mezarlara
gömülen Kürtler, yargısız infaza maruz kalan Kürtler, köyleri boşaltılan
Kürtler seslerini bile çıkaramaz hale getirilmeye çalışılıyor.
Bu ülkede kim
sesini çıkarırsa, sesi ve soluğu yok edilmeye çalışılıyor. İktidarın sorgu
ışıkları, biyo-iktidarlar eliyle çoğalıp sesi ve soluğu çıkanların üzerine
karabasan gibi çöküyor. Ne var ki Kürtler nezdinde durum bu sefer tersinden
işliyor ve iktidarın ışıkları yavaş yavaş sönüyor. Onlar kendi özgürlük
ışıklarını yavaş yavaş yakıyor.
“Venedik Taciri”
oyununda Yahudi Shylock, bıçak kemiğine dayanınca patlamış, “Gıdıklandığında
gülüp, yaralandığında kanları akan” her kesimin meramını dile getirircesine,
kursağında kalan öfkesini haykırmıştı sonunda. Siz o feryadı bugün Kürtler haykırıyor
diye, yarın da başkalarının haykırması muradıyla okuyun:
“Çünkü Yahudi’yim
ha? Yahudi’nin gözleri yok mu?... onun karnı da aynı yemekle doymuyor mu? Aynı
hastalıklara o da tutulmuyor mu?... aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona
dokunmuyor mu? Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi yaralarsanız akmıyor
mu kanımız? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık
ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız? Bütün öteki şeylerde size benziyorsak bunda
da elbet benzeriz…”
1 Ekim 2011
(Fraksiyon.org)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder