26 Haziran 2014 Perşembe

Shylock Sendromu


“Hâkim şeytan olunca hüküm de böyle olur” (Venedik Taciri)

Shakespeare “Venedik Taciri”ni yazdığında Yahudiler gaz odalarında yakılmamıştı henüz. Soykırıma da uğramamışlardı. Ama zeki Shakespeare iktidarın despotik yönü olduğunu iyi sezen bir yazardı ve Shylock’a, sırf Yahudi olduğu için iktidar tarafından haksızlık yapıldığını iyi görmüştü. Shakespeare’den yaklaşık iki yüz küsur yıl sonra ortaya çıkan Hitler, Shakespeare’in haklı çıkması için elinden gelen her şeyi yaptı ve Shakespeare’in, “Venedik Taciri”nde neden Yahudi Shylock’un tarafını tuttuğunun kanıtı oldu.

Shakespeare, Shylock üzerinden, iktidarın sürekli aynı şeyi gören ve hep de görmek istediği gibi gören tek gözlü bir yaratık olduğunu iyi göstermişti. O günden bugüne pek çok şey değişti ama iktidarın bu niteliği hiç değişmedi. Dahası gelişerek başkalaştı ve bu hep görmek istediği göze bu kez daha vahim olanı; kendisi gibi “gören” insanlar yaratması ve bu tür kütlelere ihtiyaç duyuyor olması eklendi. İktidar kitleselleşti ve Foucault’un kavramıyla söylersek, biyo-iktidarlaştı. Bu yüzden Foucault “iktidar her yerde” derken haklıydı. Haklıydı, çünkü bu aslında sistemin yeniden üretiminin olmazsa olmaz koşullarından birini oluşturuyordu ve kapitalizm bunu gerçekleştirmişti. Aynıyla vakidir ki, varlığının yeniden üretimini düşünmeyen hiçbir iktidarın yaşama şansı yoktur. Yeniden üretimin temel momentini işte bu kendisi gibi gören kütleler vücuda getirmektedir.

Althusser bu yeniden üretim mevzusunu ideoloji meselesini incelerken ele almıştı. Ondan önce Gramsci buna hegemonya başlığı altında değinmişti ki bu, Althusser’in yolunu açan bir kavramlaştırmaydı. “Zor ile rıza, tahakküm ile hegemonya, şiddet ile uygarlık” burjuva iktidarların yönlerini ve yönelimlerini gösterir diyordu Gramsci. Bu anlamda burjuva iktidarların asıl kaynağını, baskıcı olmayan ideolojik aygıtlar aracılığıyla elde edilen ‘halkın rızası’ ilkesinin teşkil ettiğini saptamıştı.

“Biyo-iktidar”, “iktidar her yerde” ve “halkın rızası” olgularının salt teorik birer olgu olmaktan çıkıp somut bir durum olduğunun en net göstergesini, bayrak asma ya da eline bayrağı alarak sokak sokak gezip Türk olmayan bütün etnikleri düşman görme ritüellerinde görebiliriz. İktidarların arayıp da bulamadığı bu durum bir anlamıyla koruculuğun şehirlerdeki tezahürüdür. Haliyle sistemin yeniden üretiminin momentini oluşturmaktadır.

Hatırlanırsa, Dağlıca baskınında esir alınan ve sonra bırakılan 8 asker için dönemin adalet şeyi M. Ali Şahin, “ölselerdi daha iyi olurdu” anlamına gelen, “kurtulmuş olmalarından dolayı sevindiğimi söyleyemem” demişti. Doğu Perinçek denilen korucu “tabutla gelselerdi daha çok sevinirdim” demişti. Bu, hakikattir. İktidar ve korucuları kurtulan askerler için sevinmez. Çünkü ölen askerler iktidar için yitip giden masum canlar değil, iktidarı yeniden üretecek olanak olarak görülürler. Ölen her asker, “vatan sağ olsun” diskurunu besleyen propaganda değeri taşımaktadır, başka bir değeri değil. “Vatan sağ olsun” söylemi, bu anlamıyla bir yeniden üretimdir. Ve yeniden üretime hizmet etmeyecek hiçbir gelişme, olanak, durum sergilenmez. Oğlu öldüğü için “vatan sağ olsun” demeyen ebeveyn görünmez kılınır. Sanki her anne baba oğlu öldüğü için memnunmuş havası yaratılır. Yaratılan bu hava yeniden üretim olanakları için bir gölge nedendir, başka bir şey değil.

Gıdıklandığında gülenler, yaralandığında kanları akanlar!

Hitler, Alman halkını Yahudilere düşman kılmak için tüm yöntemleri kullanmıştı. Onun propaganda bakanı Gobbels, Yahudilere karşı oluşturulan faşist bilinci, “halkın ruhu kaynadı ve sonunda taştı” diye gazetelere manşet attırmıştı.

Zeytinburnu’nda Kürtlere saldırıp evlerini ve işyerlerini talan eden, kapıları teker teker çalıp “burada Kürt var mı?” diye soran insanların sırtını sıvazlayıp, “bundan sonrasını biz hallederiz” diyen Gobbelsvari söylemler Shylock sendromunu körüklemekten ve böylece sistemi biyo-iktidar kanalıyla yeniden üretmekten başka sonuçlar doğurmaz. Diskur aynı, maruz kalanlar farklı.

Daha önce Ermeniler yaşamış ve onlar üzerinden yaratılmıştı bu durum. Sonra Aleviler. Bir ara Lazlar. Başka gayrı Müslimler ve bütün ötekiler… Bu coğrafyada Shylock sendromunu yaşamayan hiç kimse yok. Şimdi en çok Kürtler yaşıyor bu durumu.

Sokakta görülen her esmer, potansiyel terörist muamelesi görüyor örneğin. Gelişigüzel kimlikler toplanıyor. Cezaevi nakil aracında sırf Kürt oldukları için yakılmalarına olanak sağlanıyor. Ne zaman bir asker cenazesi gelse metropoldeki Kürtler bir anda Shylock sendromuna kapılıyor. Pek çoğu linç ediliyor. Otobüslerde Kürtçe konuşan gençler “ruhu kaynatılan halkın” kem gözlerine maruz kalıyor. Devlet, en tepesinden başlayıp en aşağısına kadar Susurluk kamyonunun altında kalmışken, Kürtler en kıytırık dizilerde ya terörist ya uyuşturucu kaçakçısı ya mafya olarak gösteriliyor. Dezenformasyon yoluyla kitleler terörize ediliyor ve Kürtlere saldırmanın gerekçesi kılınıyor. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” söylemi, sokaktaki her insanın zihnine nakşediliyor. Biyo-iktidar faşizmi çoğaltıyor ve Kürtler, biyo-iktidar yoluyla pasifize edilmeye çalışılıyor. Bu ülkede öldürülmek için dört nedenden biri Kürt olmaktır.

Hâsılı, insanlar Kürtlere ne kadar düşman edilirse sistem o kadar yeniden ürüyor. Gelgelelim, sistem Kürtlere düşman yaratarak kendini yeniden üretirken, öte taraftan zulmün en beterini yine Kürtlere göstererek meşruiyetini zaten sağlamış oluyor. Toplu mezarlara gömülen Kürtler, yargısız infaza maruz kalan Kürtler, köyleri boşaltılan Kürtler seslerini bile çıkaramaz hale getirilmeye çalışılıyor.

Bu ülkede kim sesini çıkarırsa, sesi ve soluğu yok edilmeye çalışılıyor. İktidarın sorgu ışıkları, biyo-iktidarlar eliyle çoğalıp sesi ve soluğu çıkanların üzerine karabasan gibi çöküyor. Ne var ki Kürtler nezdinde durum bu sefer tersinden işliyor ve iktidarın ışıkları yavaş yavaş sönüyor. Onlar kendi özgürlük ışıklarını yavaş yavaş yakıyor.

“Venedik Taciri” oyununda Yahudi Shylock, bıçak kemiğine dayanınca patlamış, “Gıdıklandığında gülüp, yaralandığında kanları akan” her kesimin meramını dile getirircesine, kursağında kalan öfkesini haykırmıştı sonunda. Siz o feryadı bugün Kürtler haykırıyor diye, yarın da başkalarının haykırması muradıyla okuyun:

“Çünkü Yahudi’yim ha? Yahudi’nin gözleri yok mu?... onun karnı da aynı yemekle doymuyor mu? Aynı hastalıklara o da tutulmuyor mu?... aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona dokunmuyor mu? Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi yaralarsanız akmıyor mu kanımız? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız? Bütün öteki şeylerde size benziyorsak bunda da elbet benzeriz…”
1 Ekim 2011
(Fraksiyon.org)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder