26 Haziran 2014 Perşembe

Absürd’lerde “Anlamsızlığın” Anlamı Üzerine: Godot'yu Beklerken


 “Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi
göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi”[1] (Adorno)
İnsanlığın üzerinden iki dünya savaşı ve Auschwitz dalgası geçtiğinden bu yana, toplumların tarihsel gelişimi ve buna paralel olarak zihinsel gelişiminde bıçak sırtı bir kesilme oldu. Bu bir milat: İki dünya savaşı ve Auschwitz, belleksiz, atomize bir toplumun müsebbibi oldular.

Adorno, Auschwitz’den sonra yapılacak sanatın içeriği hususunda sanat erbaplarını uyarırken, aslında yaşanılan gerçeklikle birlikte doğrunun parçalandığını; tarihsel varoluşun üzerinin kara bulutlarla örüldüğünü belirtiyordu. Gerçek ile doğrunun, tarihsel ilerlemeyle us’un önü Auschwitz’in bacalarından çıkan gaz bulutlarıyla perdelenerek, gören gözler yanılsamalı bir algılamanın içine düşürülmüştür.

Doğruyla yalanın ayrım yapmayı neredeyse imkansızlaştıracak ölçüde birbirine geçmesi ve en basit bilgi parçasına tutunmanın bile bir Sisyphos emeği gerektirmesi, savaş alanında yenik düşen ilkenin mantıksal örgütlenme alanında zafere ulaştığının işaretidir. Yalanların uzun bacakları vardır: Kendi zamanlarının önünde giderler. [2]

Toplumların zihinsel atılımı ilerleyen zamanla paralellik taşır. Zamanın kesintiye uğratıldığı bir dünyada, zihinsel gelişim de kesintiye uğramaktadır. Böylece yaşamı anlamlı kılabilme edimi olan zihinsel aktivasyon kendi iç paradigmasında anlamsız, yaşam ve bireyle uyumsuz bir bağlam içine hapsolur. Yaşamın anlamını yitirdiği, umudun köreldiği bu noktada birey, kendi toplumsal varoluşu ile geleceği arasında saçma ve uyumsuz bir ikilemde sıkıştırılmış ve tahakküm altına alınmıştır. Toplumsal hakikat tam da bu noktada, geçmiş ve gelecek arasında belleksizleştirilmiş bireyin, parçalanmayı sorgulayacağı ve kimliğini arayacağı bir pratiği zorunlu kılar. Ne var ki, hakikatin tüm çıplaklığı ile parçalara ayrıldığı bir dünyada doğru da bir muammadır. İnsanlık, Absürdlerin bir noktada sloganı haline gelen, dünün yıkımını yaşamadan önceki insanlık değildir artık ve bu nedenle, gözle görülen her şey bir illüzyon özelliği taşımasından dolayı sorgulanmayı hak etmektedir.

Dünya sistematikleştirilmiş dehşettir; ama bu yüzden dünyayı bütünüyle bir sistem olarak düşünmek de ona fazla değer biçmek olur; çünkü birleştirici ilkesi nifaktır ve genellikle tikelin uzlaşmazlığını olduğu gibi koruyarak sağlıyordur uzlaşmayı. Canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan, bugün için hakikatin vekilidir.[3]

Kapitalizmin dünya üzerinde yarattığı bu saçma, anlamsız ve akıl dışı gidişat, insanı tözsel atomizasyona uğrattığı gibi, dünü, dünkü fikir ve edimlerle açımlayan tüm sanatsal, felsefi, politik edimlerin eksik, cılız yönlerinin de turnusol kağıdı oldu. 20. yy. düşün ve sanat hareketlerinin temelinde, söz konusu eksikliği aşma, dünyayı başka bir gözle algılama ve yorumlama ihtiyacı yatar. Benjamin, “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı denemesinde, kapitalizmin alt yapı üst yapı anlamında yeniden şekillenmesinin yaratıldığı bir ortamda eski sanatsal ve politik savların saf dışı kalmasından söz ederek, bunların “faşizmin amaçları açısından bütünüyle kullanılamaz nitelik taşıdıklarından” söz eder. Bu nokta da, “varlığı son bulan şey”, der Benjamin, “sanat yapıtının aura niteliğinin kaybolmasıdır.”[4]

Avangarde hareketlerin içinde değerlendirilmesi gereken ve teatral terminolojide, saçma, us dışı olarak tanım bulan Absürd’lerin ortaya çıkış koşullarına tam da dünyanın, daha doğrusu kapitalizmin saçma ve us dışı varoluşuna bir tepkinin yansımaları olarak bakılmalı. Anlamın ve aklın parçalandığı, dış dünyanın anlamsız bir yönelimle korunaklığını kaybettiği, gerçekle illüzyonun iç içe geçtiği, değerlerin iğdiş edildiği saçma bir dünyada mevcut akıl ve mantık kuralları da ters yüz edilerek sunulur Absürd’lerde. Us dışı ve saçma olan bir dünyada, akla uygun ve mantıklı olan nedir? sorusuna verilecek cevaplardan biridir Absürd.

Absürd tiyatronun amacı, dünyanın uyumsuz olduğunu, toplumda insanca bir düzen kurulamadığını, bireye usun değil, ilkel güdülerin egemen olduğunu göstermek, böylece insanın kendini yapıntı düzenlemelerle avutmaktan vazgeçip saçmanın bilincine ermesini sağlamaktır.[5]

Günümüzün uyumsuz insanı, uzlaşmış insanın karşıtıdır Camus’ya göre. Uzlaşmış insan düşüncesi, akıl ve mantık koşullaması içinde, maskelenen yaşamı kendi maskeleriyle algılamadır. Maskelenmiş yaşam olgusu, gerçeğin simülatif yansıması olarak ele alındığında herkes ve her şey sistemin kökleriyle uzlaşmış ve uyumlulaşmış hale gelir. Bu, dünyanın bizden gitgide uzaklaştığı ve anlaşılmaz hale geldiği andır. Dünyanın absürdce algılanması bu noktada maskelenmiş yaşımın yerine yeni bir yaşam olasılığını çıkarma ve bunun olabilirliğini düşünme edimidir. Bu bağlamda absürdler öncel sanat akımlarından iki kez ayrışırlar. İlkinde sistemin yaşamsal maskelerini göstererek, ikincisinde, bunu göstermekle yetinmeyip yüzlerdeki maskeleri de çıkartarak.

Uyumsuzluk duygusunun bir olay ya da bir izlenimin basit bir incelemesinden doğmadığını, bir durumla belirli bir gerçek arasındaki, bir eylemle onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan fışkırdığını söyleyebilirim. Uyumsuz her şeyden önce bir kopuştur. [6]

Söz konusu kopuş, köklerini us dışı olmakta bulur. Tepki, saçmanın farkındalığıyla birlikte başlar. Tepkisizliği tepkisizce, anlamsızlığı anlamsızca ve dünya üzerinde varlığını sürdüren bu saçma düzeni saçma biçimlerle ele alan Absürd’ler, ironik bir algılama biçimi olarak uzlaşmaz insanın yolunu açar. Bu yol, mevcut akıl ve mantık kuralları içinde ele alındığında bir yanılsamanın da içine düşülmüş olur. Uyumsuz insanın algılaması uyumsuz bir bakışla çözülebilir. Bu nedenden dolayıdır ki, tanımadıkları, kim olduğunu bilmedikleri Godot’yu beklemekle Vladimir ve Estragon, benliklerini yitirmiş, belleksizleştirilmiş, saçma bir dünyanın insanlarını gösterirler bize. Tıpkı Sisyphos gibi, anlamsız görünen ama bu anlamsızlığı yıkmaya çabalayan uzlaşmamış, bu dünyaya aykırı insanın, inatla kendini bulma çabasının gösterenidirler. Tüm bu durağanlık ve sıradanlık içinde Vladimir de, Estragon da, hem maskelenmiş yaşam izlekleriyle doludurlar ve hem de yaşamın hala devam ettiğini, ağaçların hala yeşillenebildiğini imleyerek, kopuşun sihirli bir değnek olan Godot’nun gelmesiyle değil, başka bir yolla olacağının sinyallerini verirler.

Amnezi ya da düalite

Beckett’in oyunu, pek çok okuması yapılabileceği gibi, amnezik bir durum ya da bir düalite oyunu olarak da okunabilir. Mümkün olan ile imkansız olan, akan zaman ve durağanlık, olumlu olanla olumsuzluk, trajik olanla komik olan. Tümü ironik olanın ve bellek yitiminin göstergesi olarak bulunmaktadır. Rutinleşmiş ve amaçsızlaşmış iki insan ve onların dışında ama onların algılayamadıkları değişen ve gelişen zamanı görürüz Godot’yu Beklerken’de. Bu, tarihsel ilerlemeyle birlikte gelişen usun kesintiye uğratıldığını; bireyin dış dünyaya ve dolayısıyla kendine yabancılaştığının bir göstergesidir. Tarihsel süreklilik içinde değerlendirilmesi gereken birey, kendisinden bağımsız gelişen bir zamanda geçmişle ve gelecekle bağlarını yitiren, köksüzleştirilmiş, bellek yitimine uğramış mekanik yeniden üretimin robotlarından biridir. Absürd oyunlarda çokça karşımıza çıkan bıktırıcı sürekli tekrarlar, zamanın algılanamaması, neyin gerçek neyin hayal olduğunu kavrayamama, dünün yıkımını tüm genlerinde yaşayan ve dünkü zamanı bilinçlerinden silmiş apati bir toplumun resmidir. Pinter’ın halet-i ruhiyesinde vuku bulan yıkım ve nötralizasyon, dış dünyanın ürkütücü ortamından kendi korunaklı alanına çekilme; Lacan’cı anlamda, en korunaklı yer olan “ana rahmine dönüş” olarak ortaya çıkarken, Beckett’in Godot’sunda bu durum, her şeyin anlamsızlaştığı dış dünyaya gelişin pişmanlığı olarak karşımıza çıkar. Nietzsche’ci bir okumayla bakıldığında, neredeyse tüm absürd oyun kişilerinde olduğu gibi, Vladimir ve Estragon’un da temel problematiği böyle bir dünyaya gelmiş olmalarıdır.

VLADİMİR  : Nedamete ne dersin? Tut ki pişman olduk.
ESTRAGON : Neden ötürü?
VLADİMİR : Şeyden…(Düşünür.) Ayrıntılara girmemize gerek yok.
ESTRAGON : Doğduğumuz için mi pişman olalım?
VLADİMİR  : İnsan gülmeye cesaret bile edemiyor artık.
ESTRAGON : Ürkütücü bir mahrumiyet bu.[7]

Zamanın farkında olmama, bilincin yitimi olarak yaşamın ürkütücü boyutlarını sunar. Bellekleri, sistemin duvarlarına çarparak paramparça olmuş iki bekleyen bir nevi balık hafızası durumu sergilerler. Daha doğrusu Beckett’in “kahramanları” amnezi nöbeti yaşamaktadır. Sistemin ideolojik tahakkümü altında zamandan çıkarılmış ve us dışı bir alana hapsedilmiş Vladimir ve Estragon, gösterge olarak Hamlet’in, “çığrından çıkmış zaman” tiradını anımsatır gibidir. Gelişen ve değişen zamandan kopuk bir yaşantı, onların eylemsizliğinde saçmalığı imler.

ESTRAGON: Dün de gelmiştik buraya.
VLADİMİR : Yo, hayır, bunda yanıldın işte.
ESTRAGON: Peki dün ne yaptık?
VLADİMİR : Dün ne mi yaptık?
ESTRAGON: Evet.
(…)
ESTRAGON: Bu akşam olduğundan emin misin?
VLADİMİR : Neyin?
ESTRAGON: Beklememiz gereken günün.
VLADİMİR : Cumartesi dedi. (Bir an.) Bence.
ESTRAGON: Ama hangi Cumartesi? Bugün cumartesi mi sonra? Pazar olmasın? (Bir an.) Ya da pazartesi? (Bir an.) Ya da Cuma? (16-17)

Gerçekten de aslında us dışı olan, Vladimir ve Estragon’un yapıp ettiklerinden ziyade, bir üst oynatıcı eliyle kuklalaştırılmalarıdır. Yitim salt onları etkilemez ve yıkım salt dünle sınırlı değildir. Bir bütün olarak geçmiş ve gelecek bu yıkımın acılarını taşır. Çocuğun her sahneye geldiğinde Vladimir ve Estragon’u tanımaması, oraya daha önce gelip gelmediğinden emin olmaması, yıkımın genç kuşak üstündeki etkisini gösterendir. Dün gelen çocukla bugün gelen çocuk aynısı olmayacaktır. Her gün, yaşanan her an hem bilincin iğdiş edildiğinin göstergesi olmaktadır ve hem de Auschwitz’den sızan gazların tüm dünya üzerinde hala etkili olduğunu imlemektedir. Bu yüzdendir ki, Estragon’a göre daha ayakları yere basan pozisyonunda olan Vladimir, bunu çocukta kırmaya çalışır:

VLADİMİR : Haydi sil baştan. (Bir an.) Beni tanımadın mı?
      ÇOCUK : Hayır efendim.
VLADİMİR : Dün gelmemiş miydin sen?
     ÇOCUK  : Hayır efendim.
VLADİMİR : İlk defa mı geliyorsun?
     ÇOCUK : Evet efendim.
(…)
     ÇOCUK : Bay Godot’ya ne diyeyim, efendim?
VLADİMİR: Ona de ki…ona bizi gördüğünü ve …bizi gördüğünü  söylersin. Beni gördüğünden eminsin değil mi, söyle bana, yarın gelip beni hiç görmediğini söylemeyeceksin, değil mi? (120, 121)

Aynı yıkımı Lucky ve Pozzo ile karşılaştıklarında da görürüz. İlk karşılaşmada tanıyamazlar ancak Vladimir değişmiş olduklarından bahseder. Hayallerle gerçekler birbirine karışmıştır. Genet’de gördüğümüz dış dünyanın yanılsamalı, aldatıcı, parçalı yaşamının iç içe geçmesi olgusuyla karşı karşıyadır Vladimir. Estragon’un Lucky ve Pozzo’yu tanımama ısrarı karşısında o da tanımayacaktır. İkinci perdede karşılaştıklarında bu kez Pozzo da tanımayacaktır onları. Zaman değişse de her şey yine aynıdır. Hayatın tüm uzuvlarına sirayet eden sistem us’u yok etmiş, bir nevi dondurmuştur.

Beckett, Godot’yu Beklerken’de bir umut, bir çıkış yolu göstermemektedir. Bu da gerekli değildir. Ama Beckett’in Godot’yu Beklerken’de gösterdiği bir şey var. O da, aklın görünenin ardında yatanı bulma yolunda harcaması gereken zihinsel devinimidir. Gözle görülen her şey hiçbir zaman tam bir doğru değildir. Anlamların ve doğruların, kimliğin yok olumuyla beraber parçalandığı günümüzde, görünenlerin dışında başka arayışlara ihtiyaç duyulmaktadır. Arayış, öznenin var edilebilmesidir. Godot’yu Beklerken ve başka absürdlerdeki “anlamsızlığın” altında yatan bunu arama sürecidir. Martin Esslin’in dediği gibi absürd, “insanın ne duyabilecekse onun için dinlemesi gereken bir cazdır”.

Kaynakça
Adorno, W Theodor, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, Ekim 1998.
Beckett, Samuel, Godot’yu Beklerken, Çev: Uğur Ün, Tarık Günersel, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Ekim 2000.
Benjamin, Walter, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, İstanbul: YKY, Nisan 1995.
Camus, Albert, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2002.
Cogito, “Adorno özel sayısı”, İstanbul: YKY, sayı 36, Yaz 2003.
Eslin, Martin, Absürd Tiyatro, Çev: Güler Siper, Ankara: Dost Yayınları, Ağustos 1999.
Innes, Chrıstopher, Avant-Garde Tiyatro, Çev: Aziz V. Kahraman, Beliz Güçbilmez, Ankara: Dost Yayınları, Nisan 2004.
Şener, Sevda, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Ankara: Dost Yayınları, Eylül 2003.


[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak – Ahmet Doğukan, (İstanbul: Metis Y, Ekim 1998), s. 111.
[2] Age. s. 112.
[3] age. s.116.
[4] Walter Benjamin, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, (İstanbul: YKY, Nisan 1995), s. 49.
[5] Sevda Şener, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, (Ankara: Dost Y, Eylül 2003), s.299.
[6] Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, (İstanbul: Can Yayınları, 2002), s. 39.
[7] Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev: Uğur Ün – Tarık Günersel, (İstanbul: Kabalcı Y, Ekim 2000), s. 12. Oyundan yapılacak bundan sonraki alıntılar, alıntının yanında sayfa numarasıyla verilecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder