“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi
göründüğü bir
dönemeçteyiz şimdi”[1]
(Adorno)
İnsanlığın üzerinden iki dünya savaşı ve
Auschwitz dalgası geçtiğinden bu yana, toplumların tarihsel gelişimi ve buna
paralel olarak zihinsel gelişiminde bıçak sırtı bir kesilme oldu. Bu bir milat:
İki dünya savaşı ve Auschwitz, belleksiz, atomize bir toplumun müsebbibi
oldular.
Adorno, Auschwitz’den sonra yapılacak
sanatın içeriği hususunda sanat erbaplarını uyarırken, aslında yaşanılan
gerçeklikle birlikte doğrunun parçalandığını; tarihsel varoluşun üzerinin kara
bulutlarla örüldüğünü belirtiyordu. Gerçek ile doğrunun, tarihsel ilerlemeyle
us’un önü Auschwitz’in bacalarından çıkan gaz bulutlarıyla perdelenerek, gören
gözler yanılsamalı bir algılamanın içine düşürülmüştür.
Doğruyla
yalanın ayrım yapmayı neredeyse imkansızlaştıracak ölçüde birbirine geçmesi ve
en basit bilgi parçasına tutunmanın bile bir Sisyphos emeği gerektirmesi, savaş
alanında yenik düşen ilkenin mantıksal örgütlenme alanında zafere ulaştığının
işaretidir. Yalanların uzun bacakları vardır: Kendi zamanlarının önünde
giderler. [2]
Toplumların zihinsel atılımı ilerleyen
zamanla paralellik taşır. Zamanın kesintiye uğratıldığı bir dünyada, zihinsel
gelişim de kesintiye uğramaktadır. Böylece yaşamı anlamlı kılabilme edimi olan
zihinsel aktivasyon kendi iç paradigmasında anlamsız, yaşam ve bireyle uyumsuz
bir bağlam içine hapsolur. Yaşamın anlamını yitirdiği, umudun köreldiği bu
noktada birey, kendi toplumsal varoluşu ile geleceği arasında saçma ve uyumsuz
bir ikilemde sıkıştırılmış ve tahakküm altına alınmıştır. Toplumsal hakikat tam
da bu noktada, geçmiş ve gelecek arasında belleksizleştirilmiş bireyin,
parçalanmayı sorgulayacağı ve kimliğini arayacağı bir pratiği zorunlu kılar. Ne
var ki, hakikatin tüm çıplaklığı ile parçalara ayrıldığı bir dünyada doğru da
bir muammadır. İnsanlık, Absürdlerin bir noktada sloganı haline gelen, dünün
yıkımını yaşamadan önceki insanlık değildir artık ve bu nedenle, gözle
görülen her şey bir illüzyon özelliği taşımasından dolayı sorgulanmayı hak
etmektedir.
Dünya
sistematikleştirilmiş dehşettir; ama bu yüzden dünyayı bütünüyle bir sistem
olarak düşünmek de ona fazla değer biçmek olur; çünkü birleştirici ilkesi
nifaktır ve genellikle tikelin uzlaşmazlığını olduğu gibi koruyarak sağlıyordur
uzlaşmayı. Canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan
yalan, bugün için hakikatin vekilidir.[3]
Kapitalizmin dünya üzerinde
yarattığı bu saçma, anlamsız ve akıl dışı gidişat, insanı tözsel atomizasyona
uğrattığı gibi, dünü, dünkü fikir ve edimlerle açımlayan tüm sanatsal, felsefi,
politik edimlerin eksik, cılız yönlerinin de turnusol kağıdı oldu. 20. yy.
düşün ve sanat hareketlerinin temelinde, söz konusu eksikliği aşma, dünyayı
başka bir gözle algılama ve yorumlama ihtiyacı yatar. Benjamin, “Tekniğin
Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı denemesinde,
kapitalizmin alt yapı üst yapı anlamında yeniden şekillenmesinin yaratıldığı bir
ortamda eski sanatsal ve politik savların saf dışı kalmasından söz ederek,
bunların “faşizmin amaçları açısından bütünüyle kullanılamaz nitelik
taşıdıklarından” söz eder. Bu nokta da, “varlığı son bulan şey”, der
Benjamin, “sanat yapıtının aura niteliğinin kaybolmasıdır.”[4]
Avangarde hareketlerin içinde
değerlendirilmesi gereken ve teatral terminolojide, saçma, us dışı olarak tanım
bulan Absürd’lerin ortaya çıkış koşullarına tam da dünyanın, daha doğrusu
kapitalizmin saçma ve us dışı varoluşuna bir tepkinin yansımaları olarak
bakılmalı. Anlamın ve aklın parçalandığı, dış dünyanın anlamsız bir yönelimle
korunaklığını kaybettiği, gerçekle illüzyonun iç içe geçtiği, değerlerin iğdiş
edildiği saçma bir dünyada mevcut akıl ve mantık kuralları da ters yüz edilerek
sunulur Absürd’lerde. Us dışı ve saçma olan bir dünyada, akla uygun ve mantıklı
olan nedir? sorusuna verilecek cevaplardan biridir Absürd.
Absürd
tiyatronun amacı, dünyanın uyumsuz olduğunu, toplumda insanca bir düzen
kurulamadığını, bireye usun değil, ilkel güdülerin egemen olduğunu göstermek,
böylece insanın kendini yapıntı düzenlemelerle avutmaktan vazgeçip saçmanın
bilincine ermesini sağlamaktır.[5]
Günümüzün uyumsuz insanı, uzlaşmış
insanın karşıtıdır Camus’ya göre. Uzlaşmış insan düşüncesi, akıl ve mantık
koşullaması içinde, maskelenen yaşamı kendi maskeleriyle algılamadır.
Maskelenmiş yaşam olgusu, gerçeğin simülatif yansıması olarak ele alındığında
herkes ve her şey sistemin kökleriyle uzlaşmış ve uyumlulaşmış hale gelir. Bu,
dünyanın bizden gitgide uzaklaştığı ve anlaşılmaz hale geldiği andır. Dünyanın
absürdce algılanması bu noktada maskelenmiş yaşımın yerine yeni bir yaşam
olasılığını çıkarma ve bunun olabilirliğini düşünme edimidir. Bu bağlamda
absürdler öncel sanat akımlarından iki kez ayrışırlar. İlkinde sistemin
yaşamsal maskelerini göstererek, ikincisinde, bunu göstermekle yetinmeyip
yüzlerdeki maskeleri de çıkartarak.
Uyumsuzluk duygusunun bir olay ya da bir
izlenimin basit bir incelemesinden doğmadığını, bir durumla belirli bir gerçek
arasındaki, bir eylemle onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan fışkırdığını
söyleyebilirim. Uyumsuz her şeyden önce bir kopuştur. [6]
Söz konusu kopuş, köklerini
us dışı olmakta bulur. Tepki, saçmanın farkındalığıyla birlikte başlar.
Tepkisizliği tepkisizce, anlamsızlığı anlamsızca ve dünya üzerinde varlığını
sürdüren bu saçma düzeni saçma biçimlerle ele alan Absürd’ler, ironik bir
algılama biçimi olarak uzlaşmaz insanın yolunu açar. Bu yol, mevcut akıl ve
mantık kuralları içinde ele alındığında bir yanılsamanın da içine düşülmüş
olur. Uyumsuz insanın algılaması uyumsuz bir bakışla çözülebilir. Bu nedenden
dolayıdır ki, tanımadıkları, kim olduğunu bilmedikleri Godot’yu beklemekle
Vladimir ve Estragon, benliklerini yitirmiş, belleksizleştirilmiş, saçma bir dünyanın
insanlarını gösterirler bize. Tıpkı Sisyphos gibi, anlamsız görünen ama bu
anlamsızlığı yıkmaya çabalayan uzlaşmamış, bu dünyaya aykırı insanın, inatla
kendini bulma çabasının gösterenidirler. Tüm bu durağanlık ve sıradanlık içinde
Vladimir de, Estragon da, hem maskelenmiş yaşam izlekleriyle doludurlar ve hem
de yaşamın hala devam ettiğini, ağaçların hala yeşillenebildiğini imleyerek,
kopuşun sihirli bir değnek olan Godot’nun gelmesiyle değil, başka bir yolla
olacağının sinyallerini verirler.
Amnezi
ya da düalite
Beckett’in oyunu, pek çok
okuması yapılabileceği gibi, amnezik bir durum ya da bir düalite oyunu olarak
da okunabilir. Mümkün olan ile imkansız olan, akan zaman ve durağanlık, olumlu
olanla olumsuzluk, trajik olanla komik olan. Tümü ironik olanın ve bellek
yitiminin göstergesi olarak bulunmaktadır. Rutinleşmiş ve amaçsızlaşmış iki
insan ve onların dışında ama onların algılayamadıkları değişen ve gelişen
zamanı görürüz Godot’yu Beklerken’de.
Bu, tarihsel ilerlemeyle birlikte gelişen usun kesintiye uğratıldığını; bireyin
dış dünyaya ve dolayısıyla kendine yabancılaştığının bir göstergesidir.
Tarihsel süreklilik içinde değerlendirilmesi gereken birey, kendisinden
bağımsız gelişen bir zamanda geçmişle ve gelecekle bağlarını yitiren,
köksüzleştirilmiş, bellek yitimine uğramış mekanik yeniden üretimin
robotlarından biridir. Absürd oyunlarda çokça karşımıza çıkan bıktırıcı sürekli
tekrarlar, zamanın algılanamaması, neyin gerçek neyin hayal olduğunu
kavrayamama, dünün yıkımını tüm genlerinde yaşayan ve dünkü zamanı
bilinçlerinden silmiş apati bir toplumun resmidir. Pinter’ın halet-i
ruhiyesinde vuku bulan yıkım ve nötralizasyon, dış dünyanın ürkütücü ortamından
kendi korunaklı alanına çekilme; Lacan’cı anlamda, en korunaklı yer olan “ana
rahmine dönüş” olarak ortaya çıkarken, Beckett’in Godot’sunda bu durum, her
şeyin anlamsızlaştığı dış dünyaya gelişin pişmanlığı olarak karşımıza çıkar.
Nietzsche’ci bir okumayla bakıldığında, neredeyse tüm absürd oyun kişilerinde
olduğu gibi, Vladimir ve Estragon’un da temel problematiği böyle bir dünyaya
gelmiş olmalarıdır.
VLADİMİR : Nedamete ne dersin? Tut ki pişman olduk.
ESTRAGON : Neden ötürü?
VLADİMİR : Şeyden…(Düşünür.)
Ayrıntılara girmemize gerek yok.
ESTRAGON : Doğduğumuz için mi
pişman olalım?
VLADİMİR : İnsan gülmeye cesaret bile edemiyor artık.
ESTRAGON : Ürkütücü bir
mahrumiyet bu.[7]
Zamanın farkında olmama,
bilincin yitimi olarak yaşamın ürkütücü boyutlarını sunar. Bellekleri, sistemin
duvarlarına çarparak paramparça olmuş iki bekleyen bir nevi balık hafızası
durumu sergilerler. Daha doğrusu Beckett’in “kahramanları” amnezi nöbeti
yaşamaktadır. Sistemin ideolojik tahakkümü altında zamandan çıkarılmış ve us
dışı bir alana hapsedilmiş Vladimir ve Estragon, gösterge olarak Hamlet’in, “çığrından
çıkmış zaman” tiradını anımsatır gibidir. Gelişen ve değişen zamandan kopuk
bir yaşantı, onların eylemsizliğinde saçmalığı imler.
ESTRAGON: Dün de gelmiştik
buraya.
VLADİMİR : Yo, hayır, bunda
yanıldın işte.
ESTRAGON: Peki dün ne yaptık?
VLADİMİR : Dün ne mi yaptık?
ESTRAGON: Evet.
(…)
ESTRAGON: Bu akşam olduğundan
emin misin?
VLADİMİR : Neyin?
ESTRAGON: Beklememiz gereken
günün.
VLADİMİR : Cumartesi dedi. (Bir
an.) Bence.
ESTRAGON: Ama hangi Cumartesi?
Bugün cumartesi mi sonra? Pazar olmasın? (Bir an.) Ya da pazartesi? (Bir
an.) Ya da Cuma? (16-17)
Gerçekten de aslında us dışı
olan, Vladimir ve Estragon’un yapıp ettiklerinden ziyade, bir üst oynatıcı
eliyle kuklalaştırılmalarıdır. Yitim salt onları etkilemez ve yıkım salt dünle
sınırlı değildir. Bir bütün olarak geçmiş ve gelecek bu yıkımın acılarını
taşır. Çocuğun her sahneye geldiğinde Vladimir ve Estragon’u tanımaması, oraya
daha önce gelip gelmediğinden emin olmaması, yıkımın genç kuşak üstündeki
etkisini gösterendir. Dün gelen çocukla bugün gelen çocuk aynısı olmayacaktır.
Her gün, yaşanan her an hem bilincin iğdiş edildiğinin göstergesi olmaktadır ve
hem de Auschwitz’den sızan gazların tüm dünya üzerinde hala etkili olduğunu
imlemektedir. Bu yüzdendir ki, Estragon’a göre daha ayakları yere basan pozisyonunda
olan Vladimir, bunu çocukta kırmaya çalışır:
VLADİMİR : Haydi sil baştan.
(Bir an.) Beni tanımadın mı?
ÇOCUK : Hayır efendim.
VLADİMİR : Dün gelmemiş miydin
sen?
ÇOCUK
: Hayır efendim.
VLADİMİR : İlk defa mı
geliyorsun?
ÇOCUK : Evet efendim.
(…)
ÇOCUK : Bay Godot’ya ne diyeyim, efendim?
VLADİMİR:
Ona de ki…ona bizi gördüğünü ve …bizi gördüğünü
söylersin. Beni gördüğünden eminsin değil mi, söyle bana, yarın gelip
beni hiç görmediğini söylemeyeceksin, değil mi? (120, 121)
Aynı yıkımı Lucky ve Pozzo
ile karşılaştıklarında da görürüz. İlk karşılaşmada tanıyamazlar ancak Vladimir
değişmiş olduklarından bahseder. Hayallerle gerçekler birbirine karışmıştır.
Genet’de gördüğümüz dış dünyanın yanılsamalı, aldatıcı, parçalı yaşamının iç
içe geçmesi olgusuyla karşı karşıyadır Vladimir. Estragon’un Lucky ve Pozzo’yu
tanımama ısrarı karşısında o da tanımayacaktır. İkinci perdede
karşılaştıklarında bu kez Pozzo da tanımayacaktır onları. Zaman değişse de her
şey yine aynıdır. Hayatın tüm uzuvlarına sirayet eden sistem us’u yok etmiş,
bir nevi dondurmuştur.
Beckett, Godot’yu Beklerken’de bir umut, bir çıkış yolu göstermemektedir. Bu
da gerekli değildir. Ama Beckett’in Godot’yu
Beklerken’de gösterdiği bir şey var. O da, aklın görünenin ardında yatanı
bulma yolunda harcaması gereken zihinsel devinimidir. Gözle görülen her şey
hiçbir zaman tam bir doğru değildir. Anlamların ve doğruların, kimliğin yok
olumuyla beraber parçalandığı günümüzde, görünenlerin dışında başka arayışlara
ihtiyaç duyulmaktadır. Arayış, öznenin var edilebilmesidir. Godot’yu Beklerken ve başka
absürdlerdeki “anlamsızlığın” altında yatan bunu arama sürecidir. Martin
Esslin’in dediği gibi absürd, “insanın ne duyabilecekse onun için dinlemesi
gereken bir cazdır”.
Kaynakça
Adorno, W
Theodor, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, İstanbul:
Metis Yayınları, Ekim 1998.
Beckett, Samuel, Godot’yu
Beklerken, Çev: Uğur Ün, Tarık Günersel, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Ekim
2000.
Benjamin, Walter, Pasajlar,
Çev: Ahmet Cemal, İstanbul: YKY, Nisan 1995.
Camus, Albert, Sisifos
Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2002.
Cogito, “Adorno özel sayısı”, İstanbul: YKY,
sayı 36, Yaz 2003.
Eslin, Martin, Absürd
Tiyatro, Çev: Güler Siper, Ankara: Dost Yayınları, Ağustos 1999.
Innes,
Chrıstopher, Avant-Garde Tiyatro, Çev: Aziz V. Kahraman, Beliz
Güçbilmez, Ankara: Dost Yayınları, Nisan 2004.
Şener, Sevda, Dünden
Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Ankara: Dost Yayınları, Eylül 2003.
[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak –
Ahmet Doğukan, (İstanbul: Metis Y, Ekim 1998), s. 111.
[2] Age. s. 112.
[3] age. s.116.
[4] Walter Benjamin, Pasajlar,
Çev: Ahmet Cemal, (İstanbul: YKY, Nisan 1995), s. 49.
[5] Sevda Şener, Dünden
Bugüne Tiyatro Düşüncesi, (Ankara: Dost Y, Eylül 2003), s.299.
[6] Albert Camus, Sisifos
Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, (İstanbul: Can Yayınları, 2002), s. 39.
[7] Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev: Uğur Ün – Tarık
Günersel, (İstanbul: Kabalcı Y, Ekim 2000), s. 12. Oyundan yapılacak bundan
sonraki alıntılar, alıntının yanında sayfa numarasıyla verilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder